Zulüm deyince aklımıza genellikle dışsal otorite gelir: Devlet, iktidar, resmi güçler… Ama tarihin ironisi şudur: İnsan çoğu zaman adaletsizliği dışarıda değil, tam da kendisine en yakın olan yerde yaşar.

Ve daha acısı, en çok da o yakınlardan gelen zulme karşı sessiz kalınır.

Bu topraklarda muhalefet etmek başlı başına zordur. Ama asıl zorluk, “bizden olan” iktidarın uyguladığı adaletsizliğe karşı ses çıkarabilmektir. Çünkü burada mesele artık fikir ya da değer değil, aidiyet olur. Oysa gerçek etik duruş, ilke ile aidiyetin çatıştığı noktada ortaya çıkar.

Bugün birçok kişi hak, hukuk ve adalet söylemleriyle iktidarı eleştiriyor. Ancak aynı kişi veya çevre, kendi içindeki yapıda benzer bir adaletsizlikle karşılaştığında ya susuyor ya da meşrulaştırıcı bir dil geliştiriyor. Hak savunuculuğu yalnızca karşıyı suçlamak için kullanıldığında, artık bir etik pozisyon olmaktan çıkar; bir iktidar stratejisine dönüşür.

Adalet, kimliğe, gruba, politik cepheye göre değişmeye başladığında artık ilkesel olmaktan çıkar. Zulmün rengi olmaz. Kaynağına göre anlam değiştiren bir adalet anlayışı, aslında adaleti değil sadakati esas alır. Ve sadakat, çoğu zaman gerçeğin karşısına dikilir.

Bugün içinde bulunduğumuz siyasi kültürde, hak mücadelesi adına yükseltilen birçok ses, ne yazık ki sadece “karşı tarafa” yöneltilmiş birer retorik gösterisidir. Bu gösteriler, bazen vicdanın yerini alır. Adalet, bir eylem değil, bir gösteri nesnesi olur. Böyle olunca da gerçek mücadele yerini göstermelik radikalizme bırakır.

Oysa gerçekten ahlaki bir tutum, insanın bizzat kendisine rağmen, kendi çevresine rağmen, kendi düşünsel konforuna rağmen adaleti savunabilmesidir. Hakikat, yalnızca dışarıda arandığında değil, aynaya bakıldığında da aranmalıdır.

Ve burada sormamız gereken asıl soru şudur:
Kendi küçük ve sınırlı iktidar alanlarında bile bu kadar hoyrat, bu kadar keyfi ve bu kadar adaletsiz olabilenlerin; gerçek iktidarın gücüne eriştiklerinde neler yapabileceklerini düşünebiliyor muyuz?
Baskı ve dışlayıcılık bir inşa projesine dönüşmüşse, bu yapının iktidara eriştiğinde neye dönüşeceğini tahayyül etmek bile ürkütücüdür.

Bu nedenle asıl mücadele, yalnızca “karşı” iktidarlarla değil, aynı zamanda bizim içimizde büyüyen iktidar eğilimleriyle verilmelidir.

Zulüm, sadece tankla tüfekle yapılmaz. Bazen bir sessizlik, bir görmezden gelme de aynı derecede yıkıcıdır. Eğer adalet iddiamız varsa, bu iddia yalnızca dışa dönük değil, içe dönük de olmalıdır.

Aksi halde bu sözler, bu kavramlar, bu mücadele çağrıları… hepsi sadece iktidar el değiştirene kadar söylenmiş sözler olarak kalacaktır.