Kısa aralıklarla sizin Anneniz ve babanız yaşamını kaybetti mi? Artık sessiz kalan bir evde anısı olan birkaç parça eşyayı alıp çıktınız mı? Çıkarken artık başınızı dayayıp, dertlerinizi anlatacağınız, kokusunu içine çekerek göğsünde ağlayacağınız hiç kimsenin kalmadığını anlayınca gözyaşlarınız yağmur gibi aktı mı?
Daha önce yayınladığım “Diyarbakır kızı İrma” anı romandan bir bölüm. Çocukluk arkadaşım Maria ölen annesinin evini ziyaret ettiğinde hissettiklerini yazıp 1992 yılında Fransa Lyon’dan bana faksla göndermişti. Ben edebi anlamda bazı düzeltmeler yapıp fazla değiştirmeden kitabımın sonuna eklemiştim. Gerçek bir anıyı Diyarbakırlı Maria’dan dinleyelim;
Birkaç hafta sonra Maria Paris’ten Lyona geri döndü. Anne ve Babasının mezarını ziyaret edip kırmızı karanfiller koydu. Mezarlık bekçisi Mardin’li Kevork’la mezarı temizleyip üstündeki ayrık otlarını eliyle tek tek temizledi güllere su verdi. Mezar taşına sarılıp ağlamaya başladı. Yüreklerine sığmayan acısından gözyaşları taşıyordu.
İrmanın çok önceden ‘’Ben Diyarbekir’de ölmezsem. Mezarıma bi avuç Hevsel torpagından (Toprak) istiyem.’’ İrma’nın vasiyeti yerine getirilmişti. Maria’nın ricasıyla akrabaları Elaziz’li Gabriel’in getirdiği Hevsel bahçesinden getirilen toprak artık İrma’nın bağrındaydı. Mezarın üstündeki gülleri besleyen birkaç avuç toprak Diyarbekir hasretinin hala dinmediğinin kanıtıydı. Belki de mezarın üstünde yetişen kırmızı güllerin altında Diyarbekir’i özlüyorlardı. Özlemin ve hasretin tarifi olmadığı yabancı ellerde, doğdukları topraklarda gömülememenin acısını çekerek sonsuza dek orada kalacaklardı. Maria hiç girmek istemediği halde Anne ve Babasının son günlerini yaşadığı eve isteksizce adımlarını attı. Eskiden lavanta ve naftalin kokulu ev küf ve nem kokusu sinmişti. Hala Diyarbekir’den evlerinden hatırladığı avluda bulunan Hazreti İsa’nın tasvir edildiği duvar halısı, Bedros’un Abbasın parkından SarıPişo’nun dayısı Kahveci Nurettin’in hediye ettiği minik bir masa bir adet ipli kürsü köşede duruyordu.
Bir an babasını bu masada ipli kürsüsüne oturup, tütün sigarasını sarıp Grundıg marka eski bir pikabda duran en son dinlediği plağı koydu. Başını babasının omzuna yaslayıp ağlamak istiyordu. Artık bu şehirde hiç kimsesi yoktu. Anılarla dolu hüzünlü havası olan loş odaya Celal Güzelses’in yanık sesi doldu.
Baba bugün ayrıldım eserimden,
O şirin sözlerimden,
Bana zulüm eyleme di gel.
Bileydim ayrılık vardır,
Öperdim gözlerinden,
Maria artık unutmaya başladığı Diyarbakır şivesini hatırladı. Kırgınlık, karamsarlık, hüzünlü duygularla dolu melodileri dinledikçe kalbi cayır cayır yanıyordu. Maria Ufak minik masada duran tütün tabakası ve muhtar çakmağını aldı. 1970 yıllardan kalan birkaç plağı, karton koliye koydu. Ardından duvarda konsol ve ayna çerçevelerin deki olan bütün aile resimlerine uzun süre bakakaldı. Her fotoğraf çekilirken Foto Özçetin Abdurrahman’ın söylediği sözü kulaklarında çınladı. ‘’Keçika zalım teprenmiyesen ta ki fotrafın çekeyim.’’ (zalim kız hareket etme resmini çekeyim) Artık mazide kalan anılar sanki birdenbire anlamlarını yitirmişti.
Tüm kareler bazalt taşlı bir duvarın önünde çekilmişti. Bedros’un Dıngılhava havuzuna atlarken peştemalli bir görüntüsü, İrma’nın Gazi köşkünde halay çekerken, sonra hep birlikte kendisinin, Arşaluys’un, Anjel’in ailece çekilmiş Çeltik kilisesi meydanında bayram yerindeki gülen yüzleri adeta donup kalmıştı. Bütün resimlerin arka planında hep aynı görüntü vardı. Kerejdagın volkanından, Yerkürenin derinliklerinden gün yüzüne püsküren lavlardan oluşan bazaltın siyah, Urfa’ın beyaz taşların şahitliği vardı. Arkadaki bazalt taşların manzarası fotoğraf karesine aktarıldığında gülümseyen yüzler eskidikçe sadece bir siluetten ibaret kalıyordu. Hepsinde gülen yüzlerin mutlu anılarıyla, sevinçleriyle doluydu. Resimleri özenle kutuya dizdi.
Annesinin Diyarbakır’dan bin bir güçlükle getirdiği ceviz den iki kapılı aynalı gardolabını açtı. İrma’nın kokusu sinmiş birkaç fuları dakikalarca ağlayarak kokladı. Kardeşleriyle paylaşmak için annesinin fularlarını aldı. Bütün bu giysiler İrma’nın yaşanmışlığını, görkemini ve acısını hissettiriyordu.. Doğdukları Diyarbekir’deki evlerinden dökülüp saçılarak Lyon'a düşmüş evdeki antika değeri taşıyan eşyalarını, içindeki hatıraları acımasız, kadir, kıymet bilmeyen ikinci el eşya satıcısına, Eski püskü olarak birkaç kuruşa vermek içine sinmiyordu. Onları götürme imkânı da yoktu. Artık sisle örtülmüştü anıları Diyarbakır’dan gelen saksıdaki reyhan kokularını hissetmiyordu. Evlerinin perdeleri kapanmıştı.
Etrafına bakındı altın ve ziynet eşyası aramadı. Bedros Lyon’da ilk yıllarında hazır giyim atölyesinde aldığı cüzi para yetmediğinden İrma kırk yıl boynunda taşıdığı. Gözü gibi baktığı Altuncu Zülküf’ün yaptıgı kişnişli kolye ve Hasır bileziği kalan bütün altınlarını ve Diyarbekir’de yok pahasına sattıkları evin parasıyla çocuklarının üniversite masraflarını karşılamıştı. İrma ve Bedros’un son zamanları sefalet içinde geçecekken Maria Sorbonne üniversitesinden mezun olunca Bankada çalışmaya başlamıştı. Fransız kocası işadamı olduğundan maaşı tümüyle geçim sıkıntısı çeken babasına veriyordu. Maria elindeki koliyle dışarı çıktı. Bir kez daha annesinin son zamanlarını yaşadığı mütevazı eve yaşlı gözleriyle baktı. Dünya dönüyor hayat devam ediyordu. Ev sahibine ‘’lütfen ihtiyacı olan birine ev eşyalarını veriniz.’’ Dedi. Anahtarı teslim etti.
Maria bir an evvel Paris’e gitmek zorundaydı. Büyük bir bankanın üst düzey yöneticisi olduğundan sorumlulukları vardı. Yarı açık camdan hafif bir esintiyle rüzgâr saçlarını okşarken makam arabası şehirlerarası yolda hızla Paris’e doğru hızla yol alıyordu. Annesinin gelmek istemediği bu şehirde yaşadığı zorlukları, ortak anıların olmadığı bir şehirde dolaşmanın Babasının da duygularını körelttiğini biliyordu. Annesinin sözleri aklına geldi. ‘’Benim ana dilim Ne Türkçe, ne Kürtçe, ne de Ermenice. Benim Ana dilim hepsinin karışımından oluşmuş, biraz Arapça ve Süryanice kelimelerin katıldığı Diyarbekir şivesi. Maria yanındaki koliden tütün tabakası ve babasının inatla vazgeçmeyip ömrünün son anlarına kadar kullandığı içine inatla benzin ve çakmak taşı doldurduğu muhtar çakmağını avuçlarında sımsıkı tutuyordu. Sanki babasını kokusunun almak istiyordu. Aslında çaresizliğin dayanılmaz acısıyla aynı kaderi paylaşıyorlardı.
Babasına duyduğu anlatması zor tarifsiz hoş duygulardı, yüreğinde hissettiği o sımsıcak sevgi paylaşımları. Babasının kucağı sığınabileceği güvenli bir limandı. Minnacık bir çocukken mutluluk dolu yaşamlarına kimler bozmuştu. Antropoloji ilgili bir kitapta okumuştu ırklar yoktu, var olan kültürler vardı. Öyleyse Antik çağlardan kalan düşmanlık nedendi. Fransız Makam şoförü Maria in arkada hıçkıra hıçkıra ağladığını görünce otomobili yolun sag tarafında ağaçlıklı bir alana park edip, dışarı çıktı. Direktörü Maria’nın çok üzgün olduğunu, yalnız kalması gerektiğini düşündü. Maria’nın gözlerinden bir film şeridi akıyordu Sarıpişo’yla elele çeltik kilisesinde masum çocuk oyunları. Ayni minarede gâvur kızı diye tekmeyi yiyince Sarıpişo’nun Manav Zeko’nun oğlunu dövmesi arkasından mahallenin kışkırtılmış çocuklarının onlara ‘’fille çocuhları‘’diye taşlamaları.
Bir süre arabanın içinde kalan Maria biraz sakinleştikten ve arabadan dışarı çıktı. Yol çeşmesinden yüzünü yıkadı gözyaşlarını çantasından çıkardığı dörde katlanmış beyaz satenden solmuş etrafı iğne oyasıyla işlenmiş artık solmuş dantelli mendile sildi. Saten mendilde Annesinin İrma Keçeciyan olan adının baş harfleri İ.K. yazılı ‘’Ören bayan’’ marka solmayan kırmızı iplikle özenle işlenmişti. Ana yadigârı dantelli mendille yüzünü sildi. Birilerinin çaldığı çocukluk yıllarına dönmesinin imkânsız olduğunu biliyordu. Kendini Kırık oyuncak bir bebek gibi yalnız hissediyordu.