Modern dünyada çalışma pratiği, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir tahakküm aracına dönüşmüştür.
Bize çalışmanın erdem, ahlak ve başarı ile özdeş olduğu öğretilir. “Çalışırsan başarırsın”, “İşini sev, tutkuyla yap”, “Kendini işinde gerçekleştir” gibi söylemler, yalnızca bireysel motivasyonu değil, sistemin meşruiyetini de inşa eden büyük mitolojik anlatılardır. Oysa bu romantik kurguların arkasında çok daha sert bir gerçeklik vardır: Çalışmak, sistemin devamlılığı için organize edilmiş rafine bir zorunluluk biçimidir.
İnsan, günümüz dünyasında büyük ölçüde çalışmak zorunda olduğu için çalışmaktadır. Hayatta kalmak, gelir elde etmek, barınmak ve tüketim zincirinde yer alabilmek için… Ancak sistem bu çıplak gerçeği doğrudan kabullenmek yerine, çalışmayı kutsallaştırarak, özgürleştirici ve yaratıcı bir faaliyet gibi sunarak bireyi bu zorunluluğa gönüllü kılmaktadır. Bu noktada asıl başarı, insanlara zincirlerini kendi rızalarıyla taşıttırabilmektir.
Sabah saatlerinde başlayan, gün boyu devam eden, sayısız hedef, toplantı ve rapor arasında sürdürülen iş yaşamı, aslında bireyin özne olduğu bir yaratma alanı değildir. Günün sonunda birey, kendi hayatını değil, kendisinden talep edilen standart çıktıları üretmiş olur. Sistem, bireyin emeğini metalaştırırken; o emeğin üzerine bir anlam inşa edildiği ilüzyonunu ustalıkla sürdürür. Çünkü birey işini “sevdiğine” inandığı sürece sorgulamaz; daha çok çalışır, daha çok üretir, daha sıkı bağlanır.
Oysa gerçek yaratıcılık ve özgünlük, özgür iradenin ürünüdür. Baskı, zorunluluk ve denetim altında çalışan bir zihin, ancak mevcut olanı tekrar eder; yeni olanı inşa edemez. İşte bu yüzden, sistem ne kadar büyürse büyüsün, ortaya gerçek anlamda yeni bir şey çıkmaz. Üretilen hizmetler birbirinin kopyasıdır, ürünler aynı kalıpların tekrarıdır, yenilik adı altında paketlenen şeyler eski fikirlerin yeniden cilalanmış versiyonlarından ibarettir.
Çünkü itaat eden akıl, yaratamaz.
Modern sistemin en büyük başarısı, köleliği özgürlük kisvesi altında yeniden üretmesidir. Artık köleliğin kırbacı yoktur; onun yerine kişisel gelişim kitapları, motivasyon seminerleri ve başarı hikâyeleri vardır. Zincirler görünmezdir; çünkü birey zincirlerini “kariyer”, “terfi”, “başarı” ve “özgüven” kavramlarıyla süsleyerek taşır. Bu görünmez prangaların en tehlikelisi ise çalışmayı tutkuyla yapmak gerektiği yönündeki büyük aldatmacadır. Tutkunun devreye sokulmasıyla birlikte sistem, bireyin son direnç noktası olan sorgulama yetisini de teslim alır.
Çalışmak artık yalnızca ekonomik bir faaliyet değildir; varoluşu tanımlayan, kimliği belirleyen, sosyal statüyü şekillendiren bir yapı taşıdır. Bireyin toplum içindeki değeri, üretkenliği üzerinden ölçülür. Kim olduğunuz değil, ne kadar çalıştığınız ve ne kadar tükettiğiniz önemlidir. Çalışan insan, sistemin ideal yurttaşıdır. Çünkü sistem, ancak sürekli çalışan ve sürekli tüketen bireyler sayesinde ayakta kalabilir.
Bu nedenle, sistemin varlığı sürdükçe çalışmak zorunda kalacağız. Çünkü burada özgürlük satılmıyor; burada rıza inşa ediliyor. Burada hayaller değil, itaat pazarlanıyor.
Ve itaatten doğan hiçbir şey, hakiki değildir.