Bir şehrin kalbi nasıl atmaz hale gelir? Toprağın sesini, suyun nabzını, rüzgârın fısıltısını duymazsanız olur.

Diyarbakır’da Dicle Nehri susmaya başladı. Belki hala akıyor sanıyorsunuz ama dikkatli bakarsanız göreceksiniz: Bu artık bir akış değil, ağır ağır gelen bir veda.

Dicle Nehri, tarih boyunca bu topraklara sadece su değil; bereket, medeniyet ve hayat taşıdı. Hevsel Bahçeleri bu can suyunun bir meyvesiydi. Fakat artık bir doğa harikasından değil, bir doğa krizinden söz ediyoruz.

Nehrin kıyıları çöp içinde, suyu bulanık, sesi boğuk. Üstelik bu yıkım yüzyıllarca değil, birkaç yıl içinde gerçekleşti. Bu, insan elinin yarattığı bir felaket. Ve ne acıdır ki, bunu hep birlikte izliyoruz.

Turizmin artışı bir şehrin ekonomisi için sevindirici olabilir ama, denetimsizliğe teslim edilirse, en büyük düşmana da dönüşebilir.

Dicle Nehri'nin kıyısı, bugün kaçak işletmelerle dolu. Kimisi ruhsatsız, kimisi 'yarı ruhsatlı'. Kimin kime neyi denetlediği belli değil. Belediyenin zaman zaman uyarı yapıp ceza kestiği söyleniyor. Peki sonuç? Hiçbir şey değişmiyor.

Köprüden bakınca suyun üstünde yüzen plastik tabaklar görüyorsanız, bu sadece çevre kirliliği değil, bir zihniyet kirliliğidir. Kaçak yapıların gölgesinde Dicle’nin ekosistemi çöküyor. Bu bir turizm başarısı değil, çevresel çöküşün ta kendisidir.

Belediye meclisinin hazırladığı komisyon raporunda bir detay dikkati çekiyor: Tahribatın büyük kısmı kayyum dönemlerinde başlamış. Yani kent halkının söz sahibi olmadığı dönemlerde. Plansızca, denetimsizce işletmeler kurulmuş, nehir çevresi ticari rant alanına dönüştürülmüş. Bu alanlar doğal sit olarak korunması gereken, UNESCO kriterlerine uygun, özel statüye sahip yerler. Şimdi ise mangal dumanıyla boğulan, nargile küllüğüyle kirletilen bir manzara var karşımızda.

Bugün hâlâ zaman varken yapılabilecek çok şey var:
– Tüm kaçak yapıların yıkılması.
– Nehir kıyısının özel çevre koruma alanı ilan edilmesi.
– Dicle’ye arıtmasız su bırakmanın yasaklanması.
– Nehri bir ekonomi aracı değil, kültürel miras olarak gören bir anlayışın hâkim olması.

Ama ne yazık ki, çözüm için teknik bilgi değil, siyasi ve toplumsal irade gerekiyor. Ve şu an o irade ne Ankara’da ne de Diyarbakır’da görünür halde.

Unutmayalım: Su unutmaz. Kirlettiğimiz her damlayı bir gün bize hatırlatır. Kuruyan ağaçlar, yok olan kuşlar, çekilen sular sadece doğanın değil, bizim de kaybımız. Dicle bir gün çekilirse, o boşluğu sadece kuraklık doldurmaz. Vicdan boşluğu, kültürsüzlük ve kimliksizlik de orada kök salar.

Dicle, bu toprakların şahitliğini yapmış bir bilgedir. Bizse onun sesine kulak tıkayan, sırtını dönen bir kalabalık. Ama belki hâlâ geç değil. Belki hâlâ Dicle’ye kulak verirsek, hem doğayı hem de kendimizi kurtarabiliriz.

Ama önce durmalı ve sormalıyız: Biz bu suya ne yaptık?