Sena Düzgün… Henüz 20 yaşındaydı. Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisiydi. 27 Mayıs sabahı, üniversitenin onkoloji hastanesi bahçesindeki bir ağaçta asılı bulundu.
Yaşamını kendi elleriyle sonlandırdığı iddia ediliyor. Geride kalanlar arasında ise büyük bir sessizlik ve ürkütücü sorular var.
Sena’nın ardında bıraktığı bir not olduğu söyleniyor. Kısa ama sert bir cümle var o notta: “A., benim mezarıma gelmesin.” Bu cümle, bir isyanın, belki de uzun süredir görmezden gelinen bir acının işareti. Fakat ne yazık ki, olayın ardından gelen açıklamalar, bu sessiz çığlığın üzerini örtmeye yetmiş gibi duruyor.
Dicle Üniversitesi, kısa bir açıklamayla kamuoyuna seslendi. Emniyet ve savcılık tarafından yürütülen bir soruşturma olduğu belirtildi. İlgili öğretim elemanının görevden uzaklaştırıldığı açıklandı. Ancak kamuoyunun asıl bilmek istediği sorular cevapsız kaldı.
Bu öğretim elemanı kimdi? Ne tür bir ilişki ya da etkileşim vardı Sena ile arasında? Öğrencilerin psikolojik dayanıklılıklarını zorlayan, hatta yok sayan bir yapı mı var fakültede? Üniversiteler neden bu tür olaylar yaşanmadan önce harekete geçemiyor?
Üniversiteler, öğrencilerin sadece akademik değil, duygusal ve psikolojik olarak da güvenli alanlar olması gereken kurumlardır. Ama bu olay, o güvenliğin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha gösterdi.
Psikolojik danışmanlık hizmetlerinin yetersizliği, mobbing ve taciz iddialarının çoğu zaman üstünün örtülmesi, gençlerin yaşadıkları sorunlarla baş başa kalmalarına yol açıyor. Ve biz bu acı gerçeklerle ancak bir kayıptan sonra yüzleşiyoruz.
Sena Düzgün’ün hikâyesi sadece bir intihar vakası değil. Bu, konuşulması gereken bir suskunluğun hikâyesi. Eğer bu olayı sadece bir üniversite içi kriz olarak görüp geçersek, benzer hikâyelerin önüne geçemeyiz.
Sena’nın ölümünden sonra yapılması gereken ilk şey, gerçekten ne olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koymaktır. Soruşturma sadece bir formalite olarak kalmamalı. Kamuoyu bu olayın peşini bırakmamalı. Çünkü Sena’nın yaşadığı yalnızlık, umutsuzluk ve çaresizlik; bugün başka gençlerin de içinde debelendiği bir karanlık olabilir.
Susarsak, Sena’yı ikinci kez kaybederiz. Konuşursak, belki bir daha bir başkasını kaybetmeyiz.