Bazı insanlar vardır, hayat dediğimiz tiaytroda sahneye çıkmak için yaşar. Onlar için yaşam, bir gösteriden ibarettir; alkışlar, beğeniler, takdirler onların varlığını görünür kılar. Sözleriyle iz bırakmak, duruşlarıyla dikkat çekmek, adımlarıyla sahneye hükmetmek isterler. Çünkü onlar için var olmak, görünür olmaktan geçer. Bu insanlar çoğu zaman bir tiyatro oyuncusu gibi yaşar. Duygularını bile gerektiğinden fazla, gerektiği yerde sergilerler. Üzüntülerini bile zarafetle sunarlar, öfkeleri bile sahnelik bir jesttir. Kalabalık içinde olmaktan, insanların gözünün üstlerinde olmasından keyif alırlar. Bazıları ise perde arkasında yaşamayı tercih eder. Herkesin gözü, sahnedeki figürlere çevrilidir. Işık onların üzerindedir, alkışlar onlara yönelir. Oysa oyunun yürümesini sağlayan çoğu şey, ışığın ulaşmadığı yerde olur.
Ve orada, karanlığa benzeyen ama karanlık olmayan bir yerde, gölgeyi sevenler yaşar.
Gölgeyi sevmek, karanlığa teslim olmak değildir. Bu, başka bir tercihin adıdır: Işığa sırtını dönmenin, kendini öne sürmemenin, adını büyük harflerle yazdırmak istememenin, “ben” demekten utanmanın... Hatta belki de “ben” demeyi ayıp saymanın.
Her şeyin görünürlük üzerinden değerlendirildiği bir çağda, görünmemeyi seçmek cesarettir. Ama bu cesaret gürültülü değildir. Gösterişli hiç değildir. Aksine, sessiz bir ısrar taşır içinde: “Ben buradayım ama bağırmak istemiyorum. Varlığım, sizin onayınıza bağlı değil.” demektir. Çünkü gölgeyi sevenler, kimse onları fark etmeden de yaşayabilir. Belki de en çok o yüzden değerlidirler. Onların huzuru, görünmez olmakta gizlidir; varlıkları, sahnedeki ışıktan değil, kendi içlerindeki sükûnetten beslenir. Bu yüzden kaybolduklarında değil, eksildiklerinde anlaşılırlar. Onlar yok olunca bir sessizlik yayılır etrafa; ama kimse ilk başta neyin değiştiğini anlayamaz.
Gölge, belki de ışığın yorgunluğudur. Sürekli parlamaktan bıkmış bir insan, bir noktadan sonra gölgeye yaslanır. Kalabalıkta adının anılmamasını ister. Gölge, susturulmak değil; bilinçli bir suskunluk halidir.
Bazı eller dokunmadan iz bırakır. Bazı insanlar, bir gölgenin altında durarak bütün binayı ayakta tutar. Onlar alkışlanmaz, öne çağrılmaz, adları anılmaz ama yokluklarında çöküverir her şey. Çünkü onların varlığı alışkanlık gibidir: Varken görülmez, yokken hissedilir.
Sabahları sınıfa ilk giren öğretmenin, sınıfı sessizce silip derse hazırlayan o yaşlı hizmetlinin, gece yarısı hâlâ ayakta olan anneannenin ya da herkes uyuduktan sonra son lambayı kapatan babanın emeğidir bu. Hayatın en kalabalık anları, onların yokluğunda aniden boşalmış gibi gelir insana. Çünkü görünmeyen emek, sessizliğin en yük taşıyan hâlidir.
Gölgeyi sevenler konuşmazlar. Çünkü işleri sözle değil, varlıkla ilgilidir. Onlar için “orada olmak” yeterlidir. Okulda çocuğun başını okşayan bir öğretmenin, sokakta çöpleri toplayan temizlik işçisinin, kalabalık bir sofrada ortalığı çekip çeviren kadının adı defterlere yazılmaz. Ama hayat, onların bu görünmeyen elleriyle şekillenir.
Modern zaman, sesi en çok çıkanın kazandığı bir düzene dönüştü. İşini liayakatla idealist bir öğretmen sessizce çalışırken, yaptığı her şeyi şova dönüştüren ise başarılı kabul ediliyor. Artık susan kaybediyor gibi görünüyor. Ama aslında kazanan hep sustuğunda bile ayakta duranlar oluyor. Çünkü gölgenin bildiği bir şey var: Dayanmak. Işığın gelip geçici olduğunu, alkışın gürültüsünün sonra unutulacağını, ama emeğin sessiz bir tortu gibi zamanın dibinde kaldığını biliyor gölgedekiler. Çünkü bazı insanlar, yalnızca görevlerini yapmaz; o görevle birlikte dünyayı taşırlar omuzlarında. Yıkılmamış bir düzenin ardında çoğu zaman bir gölge figür vardır: Takvime not düşülmeyen bir çaba, kayıtlara geçmeyen bir sabır, adı söylenmeyen bir özveri.
Bu yüzden, gölgeyi sevenleri gözle değil, yürekle görmek gerekir. Çünkü onlar ışıkta değil, vicdanda iz bırakır.
Gölgeyi sevenleri çoğu zaman yanlış anlarız. Onların görünmek istemediğini değil, saklandığını düşünürüz. Oysa saklanmak bir korkunun sonucudur; gölgeye geçmek ise bir duruşun.
Işığa herkes çıkar. Çünkü görünmek istemek doğaldır. Ama bazı insanlar, ışıktan değil, görünme arzusunun kendisinden yorulmuştur. Her şeyin bir vitrin gibi sunulduğu, her insanın bir profile indirgenip ölçüldüğü bu çağda, bazılarımızın tek arzusu “olmak” değil, sadece “devam etmek”tir.
Gölgeyi sevenler saklanmaz; sadece sesini büyütmeye ihtiyaç duymazlar. Onların sesleri yankıyla çoğalmaz, ama fısıltılarında bir dünya vardır. Sustukları yerden düşünürler, çekildikleri yerden inşa ederler. Onlar, görünmezliği bir zırh gibi değil, bir sadelik gibi taşır. Gölgede durmak, onlara güç verir; çünkü ışıktan gelen gözleri değil, içlerinden gelen rehberliği takip ederler. Işık büyüleyicidir ama aynı zamanda kör edicidir. Gölgede kalmaksa gözün karanlığa alışmasını sağlar; ayrıntıları fark ettirir, özü gösterir.
Ve en önemlisi de şudur: Gölge, sadece ışığın karşıtı değildir. Gölge, ışıksızlığın değil, ışığın varlığıyla oluşan bir alandır. Yani gölgeyi sevenler, ışığın farkındadır. Ama onunla parlamaktansa, onun dışında kalmayı seçerler. Çünkü onlar parlamaktan değil, yakmaktan korkarlar.
Bu yüzden gölge, bir geri çekiliş değil, bir ileri görüşlülük olabilir. Kimileri sahneyi tercih eder, kimileri kulisi. Kimileri bağırır, kimileri dinler. Kimileri iz bırakmak ister, kimileri iz olmamakta bir anlam bulur. Biz çoğu zaman hayatımızın en sağlam taşlarını gölgede unuturuz.
Ama bir gün, o taş yerinden oynadığında…
Gölgenin aslında ne kadar büyük bir varlık olduğunu anlarız.