Sizden ricam Cega Medya gazetemizde bir önceki makalem olan “Bana zulüm eyleme di gel.” Önce okursanız anlam bütünlüğü bozulmamış olur.
Daha önce yayınladığım “Diyarbakır kızı İrma” anı romanın final bölümünde Çocukluk arkadaşım Maria ölen annesinin evini ziyaret ettiğinde hissettiklerini yazıp 1992 yılında Fransa Lyon’dan bana faksla göndermişti. Kaldığı yerden Gerçek bir anıyı, Diyarbakırlı Maria, Afganistan’dan göç eden Safiullah ailesi ve eski İstanbullu Bay Vasilis yollarının Fransanın Lyon kentinde nasıl kesiştiğini anlatayım.
Bu makaleyi bitirdiğinizde kültürleri ve dilleri farklı üç ailenin zorunlu göçler nedeniyle oluşan ilginç yaşam öyküsünün Lyon kentinde aynı şehirde nasıl birleştiğini okuyacaksınız. Maria’nın anlatımıyla kaderin cilvesiyle Diyarbakır hasretiyle istemeyerek göçmen olan İrma’nın, Afganistan’dan göç eden Safiullah ailesi, eski İstanbullu Bay Vasilis aynı sokakta, aynı manavdan meyve yiyeceklerdi. Okuyan herkesin Nazım Hikmet’in şiirinde temennisi gibi Din, dil ırk ayırımı olmadan sınırları olmayan bir Dünyada ballı incirleri hep beraber yemek umuduyla…
Görsel : Fotoğraf sanatçısı Ara Güler.
Maria elindeki koliyle dışarı çıktı. Bir kez daha annesinin son zamanlarını yaşadığı mütevazi eve hüzünle baktı. Dünya dönüyor hayat devam ediyordu. Ev sahibine ‘’lütfen ihtiyacı olan birine ev eşyalarını veriniz.’’ Dedi. Anahtarı teslim etti
Lyon’un kenar bir semtinde artık İrma’ya ait olmayan evde birkaç ay süren sessizlik bozuldu. Eve yeni gelen kiracılar Türkiye üzerinden Antalya yakınından Meis adasından hurda gemilerle adam başı beş bin dolar ödeyip kaçak yollarla birkaç haftalık tehlikeli bir yolculuk yapmışlardı. Umuda yolculuk diye çıkılan, bazen geminin batmasıyla onlarca kişinin öldüğü ölümüne yolculuktan sağ kurtulan Afganistanlı fakir bir mülteci aileydi. Eşyaları hiç yoktu. Lyon Belediyesinin yardımıyla kiraladıkları evin tüm mobilya ve eşyasının hediye edilmesi zavallı aileyi sevindirmişti. Ayrıca ev hububat açısından zengindi. Altı metrekarelik küçük kilerinde ev yapımı salçalar, Üzerinde Diyarbakır tren istasyondan kargo ücretlerinin alındığına dair makbuzlar yapıştırılmış çuvallarla bulgur doluydu. Özenle hepsinin üzerinde kalın keçe kalemle içli köftelik. Kibekudurluk, dövme yazılıydı. Bir çuvalda Kenger, diğerinde tane sumaklar, duvarda asılı duran kurutulmuş dolma biberlerler vardı.
Bunların dışında İrma ve Bedros’un Yaşanmış, bitmiş bir zamandan geriye sadece anıları kalmıştı. Evin reisi Safiullah bulgur pilavı ve ayrandan oluşan sofralarında bir de soğan kestiler. Safiullah ellerini açtı uzun bir yemek duası yaptı. Oğlu İbrahim, Kızı Fatıma, Hanımı Zohra başlarını eğerek duayı dinlediler. ‘’Bismillahirrahmanirahim, Allahümme bariklena fima rezagna vegına azabennari’’ (Bizlere rızık olarak verdiğin nimetleri bereketli eyle ve bizi cehennem azabından muhafaza eyle.) Duasını hanımı Zohra tamamlamak istedi. “Ya rabbim bize bu ev eşyalarını hediye eden iyi insanlara, vaad edilen altlarından ırmaklar akan, yiyecekleri ve gölgelikleri dâimî olan Cennetin kapılarını sonuna kadar aç” Daha önce yaşayanların kim olduklarını bile düşünmeden minnetle hep beraber âmin dediler. Evin hanımı Zohra Diyarbekirli Marangoz Nurinin ceviz ağacından yaptığı İrma’nın annesinin çeyizinden kalan, iki kanatlı aynalı o tarihlerde iki yüz kırk yıllık olmuş, çektiği eziyetlerden gıcırdayan yaşlı gardırobunu açmakla kalmamış, onun yaşamının izlerini açmıştı. İrmanın açık mavi sim işlemeli bluzunu giydi. Başını tesettüre uygun bağladı. İkindi namazını eda ettikten ve evi köşe bucak temizlemeye başladı. Evini çeki düzen verip, donatıp süsledi. Eski tarihli gazeteleri cam silmek için aldığında bir tomar çizgili mektup kâğıdı buldu. Lyon Belediyesinin açılmış Fransızca dil kursunda ders notları alması için oğluna verdi. Balkonda ders çalışan Oğlu İbrahim en üstteki yarım yazılmış kâğıdı çocuksu bir hevesle kâğıttan uçak yapıp balkandan fırlattı.
Yarısı yazılmış Solmuş çizgili mektup kâğıdı maceralı bir yolculuğa başladı. Önce terk edilmiş eski kamyonetin üstüne kondu. Çıkan hafif bir rüzgârla bir bakkal dükkânının tentenesine uğradı. En son konduğu yer. Yunanlı Vasilis Thanasis eviydi. Bay Vasilis balkonda tiryakisi olduğu her ay düzenli olarak İstanbul’da Büyükada da oturan akrabası Dimitri’nin, Eminönü Mısır çarşısındaki Kuru kahveci Mehmet Efendiden alıp bir zarf içinde Fransa’ya gönderdiği. Türk kahvesini keyifle yudumluyordu. Gelen zarfın içinde Türkçe bir not buldu.
Ehl-i keyife zevk verir kahvenin kaynaması,
Başta Hamidiye suyu içmezsen, alamazsın tadını,
Elin Lyon’unda zor olur bulması..
Kardeşin Dimitri.
Damağında içtiği Türk kahvesinin tadı gezinirken kahkahalarla güldü. Torunu Elena mutfaktan seslendi ‘’Dede niye gülüyorsun.’’ Bay Vasilis; ‘’ Dimitri yine yaptı yapacağını, Hamidiye suyunu bulamazsan kahveyi içemezsin diyor.’’ Bay Vasilis, 1960 lardan kalan tıpkı İrma’nın Pikabının benzeriyle ‘’Mazi Kalbimde Bir Yaradır’’ adlı Türk tangosu dinliyordu.
Mazi Kalbimde Bir Yaradır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır
Bay Vasilis sigarasını içmek için çıktığında balkonuna düşen bu kâğıttan yapılmış uçak gözüne ilişti. Muzip bir çocuğun yaptığını anladı. Sokağa tekrar atmak yerine çöp kutusuna atarken, babası aklına geldi. Kentli olmanın bilincini, çok eskiden 1950 yıllarda İstanbul Beyoğlu’nda almıştı. Babası sabah erkenden kalkar annesinin jilet gibi ütülediği takımları giyerdi. Her akşam özenle boyadığı mokasenleriyle Arnavut kaldırımlı, Kurtuluş yani Rumca; “beygir ahırı” anlamına gelen tatavla’dan taksime yürürdü. Bir İstanbul beyefendisinin narin adımlarıyla yürürken, Esnaf onu görünce oturduğu tabureden hafif doğrularak selam verirdi. Babası tanıdık görünce yavaşlar fötr şapkasını çıkarır, hafifçe eğilir, etrafına nazik selamlar verirdi. Bay Vasilis çocukken, yediği çikolata kâğıdını yere atınca, Babası Ağa caminin önünde aniden durmuş Vasilis’in yüzüne sert sert bakıp azarlamıştı. ‘’Güzelim İstanbul’u mahvediyorsun, yere çöp atılmaz. Beyoğlu’nda Ütüsüz pantolonla gezilmez. İstanbul beyefendisi olacaksan bu kurallara uymam gerekir. ‘’ O gün mahcup bir halde dinlediği cümleyi gülümseyerek hatırladı.
Çöpteki kâğıdın içindeki Türkçe yazılar dikkatini çekti Mübadele yıllarında Türkiye de İlkokulu okuduğundan, tahsiline Atina’da devam ettiğinden Türkçe biliyordu. Balkonuna İniş izni almadan inen kâğıttan uçağı! tekrar aldı. Balkondaki sandalyesine merakla oturdu. Yakın gözlüklerini takarak iyice okudu. Yazan kişi kimse Diyarbakır’dan Lyona göçen birileri olduğunu anlamıştı. Bir birkaç cümle onu yıllar öncesine götürdü.
Uzun zamandan beri ziyaret etmediği kentin güneş batarken İstanbul Salacak sahilinde baktığı zaman camiler, çan kuleleri ve Galata kulesiyle süslü silueti gözlerinin önünde canlanıyordu. Özleyip hayalini kurduğu İstanbul hasretinin içinde küllenmiş ateşin hızla tekrar alev alev yanmasına sebep oluyordu.
Bir kenti böylece bırakıp gitmek
İçinde bin kaygı bin bir soruyla
Bitmemiş bir şarkı dudağında bir yarım ezgi
Sığınmak şarkılara sığınmak, bir ömür boyu
İstanbul silueti hep özlediği, aklından silemediği İstanbul’u anımsıyordu. Henüz on yaşındayken aniden Atina’ya göç edişlerini.6 ve 7 eylül 1955 de İstanbul'un o korkunç günlerini, Dükkânlarına saldıranların önce vitrinleri taşlayarak kırmalarını, ardından içerideki kumaşların dışarı çıkararak İstiklal caddesinde paramparça edilmesini hatırladı. O gece evlerinde Babasının titreyerek hiçbir şeyimiz kalmadı diye önüne bakmasını ve Annesinin ağlayarak bazı kıymetli eşyaları toparlayıp aniden Atina’ya gidişleri gözünün önüne geldi. Bu satırları yazanla kaderleri çok farklı değildi. Atina’dan sonra torununun okuması için Fransa’ya gelmişlerdi. O kadar olumsuzluğa ragmen yine ara sıra gittiği İstanbul’a küskün değildi. Torunu Elenayı çağırdı. ‘’Sana vasiyetim var. Artık yaşlandım, Ben ölürsem bir tarafta ezanı Muhammed, bir tarafta İsa’nın sesi olan çan Savtı Yesu olan hepimiz Tek Tanrı “Allah Bir” ve ölüm ötesi ruhani yaşamın var olduğuna inanan insanların yaşadığı. İstanbul'da Büyükada da Dedem Kostas’ın yanına gömün. Cenazemin buralarda kalmasını istemiyorum. Dede nereden çıkardın böyle konuşup moralimizi bozma. Bilmem bu mektubu okuyunca Karar verdim.
Elena Dedecigim madem İstanbul’u madem bu kadar seviyordunuz neden terk ettiniz. Bay Vasilis Bu mektubu yazan kimse ortak paydamız Kıbrıs meselesiydi. Bizler mübadele ile geldik Neden ve Niçin’leri kırk yıldır sorguluyorum. Fakat bugün bile anlayamadığım bu ayrılışın yedi Eylül Olayları ve devamında 1968 Kıbrıs Olayları’na kadar çalkantılı günlerin anlamını hala çözemedim.”
İstanbul’a olan tarifi imkânsız özlemim ve Beyoğlu’nda geçen çocukluğumun en güzel yıllarının geçtiği şehiri bırakmak zorunda kalmam hala içimde kapanmayan yaraların izlerini bıraktı. Senin okulun olmasaydı son senelerimi Atina’da değil İstanbul'da geçirmek isterdim. Bu yüzden bu vasiyetimi söyledim Zaten bu mektubun sonunda da buna benzer bir vasiyet var. Elena Peki baba okuyabilir misin mektup da ne yazıyor. Bay Vasilis yakın gözlüklerini takarak Diyarbakır hasretini bir zarfın içine saklayan duygularının kaleme yansıyan cümleleri Yunancaya tercüme etti.
Sevgili göz bebegim Anjel
Önce mahsus selamlarımı ediyem, Senin ve kocan David’in gözlerinden öpiyem. Çocukların annemin adını taşıyan Anahid ve torunum Bedros’un Gözlerinden öpiyem. Allahım bana bir erkek evladı vermedi. Ama torunum erkek oldu. Memleketi hep özlüyoruz. Burada astımım iyice azdı. Sen beni anlarsın, ömrümün sonuna gelmişem fazla bi şey istemiyem, dogdugum yerde ölmek istiyem. Belki Hevselin havası bahan iyi gelir düşüniyem. Kuzum Anjel, Maria pek aldırış etmi dönmemizi istemi. Eger Diyarbekire geri dönmeden ölürsem. Sahan vasiyet ediyem.. Benim cenazemi bu zalım şeherde bırahmayın. Anam Anahidin yanına götüresis Mobalım (Günahım) iki bacın ve senin boynuna. Beni Diyarbekir de Gavur mezerlıgına gömün..
Seni çok seven annen.
Mektup okununca gözleri dolan Bay Vasilis ve torunu Elena üzülerek bir süre konuşacak kelime bulamadılar. Aslında yarım kalan mektubu İrma birkaç içinde dakika sonra öleceğini bilmeden, Son Meftunesini pişirmek için kalkmasaydı, birkaç cümle daha ekleyip postaya verecekti. Kim bilir Kanada’da olan Anjel mektubu almış olsaydı vasiyeti gerçekleşecekti. Bay Vasilis tiryakisi olduğu Türk kahvesinden bir yudum daha aldı. Yarım kalmış mektubu hiç atmayacaktı. Katladı cüzdanına koydu. Anne ve babasını bir trafik kazasında kaybeden Elena hayatta sığınacağı tek liman olan dedesini kaybetme ihtimali ilk defa aklına gelince hüzünlendi.
Bay Vasilis balkondan ufka doğru bakan boğazı düğümlenen Elenadan gözyaşlarını saklamak için Kütüphaneden rengi sararmış fotoğraf albümünü alıp koltuga gömüldü. Bir kaç sayfa sonra bir Beyoğlu gecesinde sahnede Türk sanat müziği söyleyen sanatçıya babasının tahta sandalye de ellerini çırparken resminde donup kaldı. Sanki orda okunan şarkı resmin içinden yükseldi. Yaşlı kulaklarına o unutulmaz nağmeler doldu.
Beyoğlu'nda gezersin,
Gözlerini süzersin,
Sevdiceğim yavrucağım,
Niçin niçin beni üzersin…