Bazı şairler vardır, sözcüklere öyle hükmeder, öyle anlam yüklerler ki, o kelimeler artık sözlükteki karşılığından ibaret kalmaz.
Cahit Sıtkı Tarancı da böylesine bir şairdir.
Taş Avludan Avrupa’ya: Bir Ruhun Göç Yolu
Cahit Sıtkı’nın hayatına baktığımızda, bir yandan yerel olanla diğer yandan evrensel olanı harmanladığını görürüz. Diyarbakır’da taş bir evde başlayan ömrü, İstanbul’da edebiyatla tanışarak şekillendi; Paris’te Fransız edebiyatının etkisiyle farklı bir boyut kazandı. Bir memleket çocuğuydu ama aynı zamanda Batı’nın entelektüel havasını solumuş, Baudelaire’e hayranlık duymuş, Rimbaud’nun isyanını anlamış bir şairdi. Şiirlerinde yer yer Garip akımının sadeliği, yer yer Servet-i Fünun’un içe dönük melankolisi hissedilir. O, hiçbir kalıba tam oturmaz; belki de bu yüzden samimidir.
Bu göçebe ruh, şiirlerine de yansır. Bir yerde huzuru bulamayan, sürekli “daha derine” bakan bir anlatı vardır onda. “Otuz Beş Yaş” sadece bir yaş değil, tüm bu arayışın simgesidir. Şiirlerinde yaşanan her an, geçmişin gölgesiyle örtülür. Yaşamı boyunca gerçek anlamda bir aidiyet duygusuna kavuşamayan şair, şiirlerine sürekli bir arayış hissi işlemiştir. Kimi zaman bir çocukluk anısını hatırlarken, kimi zaman ölümle baş başa kaldığında, şiir onun için hem bir sığınak hem de hesaplaşma alanı olur.
Hatıraların Gölgesinde Bir Çocukluk
Onun için çocukluk, sadece geçmişin bir parçası değil, sürekli dönülen bir limandır. Cahit Sıtkı’nın çocukluk yıllarına dair imgeler, yalnızca hatıralar değildir; aynı zamanda zamanın saf, lekesiz, henüz bozulmamış hâlidir. “Anneme Mektup” şiirinde olduğu gibi:
“Gözlerim yaşarıyor,
Elim kâğıda varmıyor,
Oğlunu bağışla anne,
Mektup yazamıyor.”
Bu birkaç dize bile, onun için çocukluk hatıralarının ne kadar canlı ve sarsıcı olduğunu gösterir. Tarancı, yalnızca yaşadığı anın değil, yaşayamamışlığının da şiirini yazar. Çocukluğa özlem, bir zaman özlemidir aslında; her şeyin yerli yerinde olduğu, içtenliğin doğal olduğu zamanlara…
Onun çocuklukla olan bağı, aynı zamanda ana yurtla da ilgilidir. Diyarbakır’ın taş sokaklarında yaşanan sessiz günler, bir çocuğun dünyayı ilk keşfedişi... Bu keşif, onun şiirlerinde hayatın anlamına dair duyduğu derin merakı da besler. Cahit Sıtkı, o çocukluk günlerini yalnızca hatırlamakla kalmaz, onları idealleştirir. Yani aslında onun çocukluğu, kaybedilen bir cennettir. Belki de bu yüzden hep daha içli, daha melankoliktir şiirleri.
Onun şiirlerinde geçen bir “akşam”, bir “rüzgâr”, bir “yol” ya da “otuz beş yaş” gündelik anlamından sıyrılmıştır. Bu kelimeler, onun kaleminden geçerken yalnızca birer nesne ya da durum olmaktan çıkar; insan ruhunun derinliklerine açılan kapılar hâline gelir. İşte bu yüzden Tarancı, zamanla değil; hatırlamakla, yaşamakla ve anlamakla ilgilidir. Ve onu okudukça anlarız: Bazı yaşlar yalnızca rakam değil, birer kırılma noktasıdır.
“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.”
Bu dizeyi ilk okuduğumda ne on sekizindeydim, ne yirmisinde. Otuz beşi uzakta, neredeyse ulaşılmaz bir doruk gibi gördüğüm yaşlardaydım. Ama yine de içime işledi. Çünkü bu yalnızca bir yaş tespiti değil, insanın kendiyle yüzleştiği bir eşiği tarif ediyor. “Yolun yarısı” ifadesi, ömür dediğimiz uzun yürüyüşte ilk defa arkamıza bakıp ne kadar yol katettiğimizi sorguladığımız o anı yakalıyor. Tarancı’nın bu dizesi, yaşlanmaktan değil, farkına varmaktan korkanların şiiridir.
Devamında gelen dizeler bu içsel kırılmayı derinleştirir: “Dante gibi ortasındayız ömrün/Delikanlı çağımızdaki cevher/ Yalvarmak, yakarmak nafile bugün.”
Tarancı’nın burada Dante’ye yaptığı gönderme rastgele değildir. Dante’nin İlahi Komedya’sı da tam bu yaşlarda başlar. Hayatın ortasında, karanlık bir ormanda uyanan insanın yolunu arayışıdır bu. Tarancı da kendi “karanlık ormanında” durur ve geride kalan yılların hesabını yapar. Delikanlılık çağı, artık bir cevher değil, bir gölge gibi geçip gitmiştir. Ve insana kalan, çoğu zaman yalnızlıktır.
Ama Tarancı’nın şiiri hep karanlık değildir. İçinde çocukluk masumiyeti, ilkbahar sevinci, beklenmedik bir seher vakti uyanışı da vardır. “Desem ki” adlı şiirinde geçen şu dizeleri düşünelim:
“Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm”
Bu dizeler, bir insana duyulan aşkı anlatıyor gibi görünür. Ama satır aralarına gizlenen bir başka izlek daha vardır: Hayatın bütün güzelliklerinin bir kişide toplanabileceğine dair bir umut. Aslında, belki de Tarancı, zamanı burada aşkın gölgesine sığınarak durdurmak ister. Çünkü her “narin akşam” biraz da bitmekte olan bir günün hüznüdür. Ve sevgili, o hüzne bir çare olabilir. Bu şiirdeki anlatıcı, bir kişide bütün baharları, bütün çocuklukları, bütün mavi denizleri arar. Bu bir teselli çabasıdır. Zaman akmasın, hatıralar solmasın, her şey o “nisan akşamı”nda kalsın isteriz.
Cahit Sıtkı’nın diğer şiirlerinde de bu hatırlayış hali kendini sıkça gösterir. “Memleket İsterim” şiiri bunun en içli örneklerinden biridir:
“Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun.”
Buradaki dilek, bir çocuk duası kadar sade ve bir o kadar derindir. Gerçek bir yer anlatmaz bu şiir, bir özlemdir. Belki geçmişe, belki hiç yaşanmamış bir zamana... Çünkü Tarancı için memleket, yalnızca bir coğrafya değil, içsel bir huzur arayışıdır.
Tarancı’nın birçok şiirinde çocukluk, sık sık karşımıza çıkar. “Abbas” şiirinde, çocukluk arkadaşlığı bir tren yolculuğu metaforuyla anlatılır:
“Haydi abbas, vakit tamam,
Akşam diyordun işte oldu akşam.”
Bu dizeler bize gösterir ki, çocukluk hatıraları Tarancı’nın şiirinde sadece geçmişte kalan tatlı anılar değil, aynı zamanda geleceği taşıyan duygulardır. Hayat, bir tren gibi ilerlerken, bazı istasyonlarda durmak ve geçmişi hatırlamak gerekir. İşte o duruş anlarında Tarancı’nın şiirleri bize eşlik eder.
Ölüm bile bu kadar zarif anlatılabilir mi? Tarancı, ölümü bir düşman değil, hayatın doğal sonu olarak kabullenir. Ama ondan önce yaşamayı, doya doya yaşamayı önerir. “Biraz daha” demek, zamanı biraz daha uzatmak değil midir zaten?
Cahit Sıtkı’nın hayatı, şiirinin ruhunu da taşır. Melankolisi, yaşamla hesaplaşması, ölümü kabullenişi... Ama tüm bunların yanında bir naiflik, bir zarafet, bir incelik vardır. Hayatı anlamaya çalışırken kullandığı en büyük araç, sade ama güçlü Türkçesidir. Onun şiirlerini okurken, insan kendini bir masa başında oturmuş, dışarıda esen rüzgârı, uzaklardan gelen tren düdüğünü, pencereye vuran hafif bir yağmuru dinliyormuş gibi hisseder. Yalnız ama huzurlu. Dalgın ama derin.
Cahit Sıtkı Tarancı bize zamanı anlatmaz aslında. O, yaşanmışlığı anlatır. Geçmişin kokusunu, çocukluğun sesini, gençliğin sızısını ve yaşlılığın ağırbaşlılığını... O yüzden onun dizelerini okuduğumuzda bir saate değil, bir hatıraya bakarız.
Bazen bir şiir, yıllar sonra bile insanın kalbinde bir saat gibi işler. Ve biz fark etmeden o şiir, içimizde çalmaya devam eder. Tıpkı Tarancı’nın dizeleri gibi.
Cahit Sıtkı, zamanın hem içinde yaşayan hem de onu kendi şiirsel terazisinde tartan bir ruh olarak kalacak. Bizse, her okuduğumuzda kendi saatimize bir ayar daha çekeceğiz onunla birlikte.