Gazeteci Gökçer Tahincioğlu’nun T24’teki “Çekilmemiş fotoğraflar” başlıklı yazısı şöyle:

“Keşke bir çocuk gibi, hiç ölmeyeceğine olan inancım yaşayabilseydi… Bitlis’te büyüyen o küçük ve cesur çocuk olarak anımsayacağız seni…

1968 Türkiye Kupası Diyarbakırspor - İzmirspor maçında Nazmi Tahincioğlu, Diyarbakırspor’un galibiyet golünü atarken

Yoğun bakımda, konuşabildiğin son anlardan birinde Fenerbahçe-Beşiktaş maçını sorduğunda, ölmeyeceğinden, hep söylediğin gibi “yaşayacağından” o kadar emindim ki yalan söyleyemedim.

Her zamanki gibi, Fenerbahçe’nin hocasına sallayıp, gözünü kapattın sessizce. Keşke Fenerbahçe’nin kazandığını söyleseydim dedim içimden…

Ama hep kaybediyorduk yıllardır değil mi baba?

***

Ne uzun bir Mayıs’tı…

Yine uzun bir mayısta kopan o büyük kasırgadan sonra hayat bütün anlamını değiştirmiş sadece hayatta kalmaya çalıştığımız günlerden ibaret hale gelmişti.

Fırtınadan geriye kalanları toplayıp, derme çatma da olsa bir yuva kurmaya çalışmak güç. Ama bir damla yağmurda perişan olanlara ne büyük rüzgarlarla boğuştuğunu anlatmak daha da güç.

Ilık bir rüzgârın, serin bir ikindinin kıymetini ve güzelliğini…

***

İşte baba, belki de bu yüzden, aslında sadece bu yüzden, bir dönem dolup taşan, iki dakika rahat nefes almaya fırsat bulamadığın odanın duvarına ilk iş, “acırsan acınacak hale düşersin” yazılı çerçeveyi asmıştın da o zaman nedenini anlamamıştım.

Çok sonraları, yanındaki kalabalıktan artık eser kalmadığında, o odayı boşaltmak zorunda kalırken, kendini büyük harflerle uyarmanın anlamını kavramıştım.

Kendine yaptığın o uyarıyı hiç dinlemediğini de…

***

Ama hayat böyledir değil mi?

Günün sonunda yanında kalan üç beş kişi ve onların senin hakkında bildikleridir hayat dediğin.

O sayının senin için çok daha fazlası olduğunu senden sonra arayan soranlardan, ağlayan gülenlerden, gelenlerden gidenlerden görebilirdin aslında.

İnan, tam da olması gerektiği gibiydi Nazmi Hoca…

Ne eksik ne de fazla…

***

1940’larda Bitlis’te altı kardeşten biri olarak dünyaya gözlerini açıp, demircilikle ailesini geçindiren babayı henüz 10 yaşında kaybeden bir çocuğun, acının gölgesine sığınmadan, hayatı böylesine doya doya kucaklayarak büyüyebilmesini, bunu nasıl becerdiğini hiçbir zaman anlamadım. Yaşama bu kadar büyük sarılabilmeni.

Hayata buradan başlayıp, yoklukla ve yoksullukla baş edip, geriye sessizlik değil de birkaç cümle bırakabildiğin bir hayatı inşa etmek ancak böyle mümkün olabilirdi.

***

Sen anlattığında, bazen tekrar tekrar anlattığında içimde hep “çekilmemiş fotoğrafları” görme arzusu oluşurdu.

Doyamadığın demirci baban, çıraklık yaparken ateşi körüklemen ve gözüne babanın bin bir yerinden delik önlüğünün takılması, babandan sonra inatla okula devam ederken sarı-lacivert Güzelderespor’da oynamaya başlaman…

Karla kaplı Bitlis’te antrenmandan okula gidip gelirken hastalanman…

Ağzından düşürmediğin öğretmenin Vecihi Timuroğlu’nun seni sırtında doktora yetiştirmesi… Çok sevdiğin annenin altı küçük çocuğa birden yetişmesi…

Van Gölü’ndeki heyecanların…

Biraz da güzelliğini abartarak anlattığın gollerine bütün Bitlis’in sevinmesi…

Hiç çekilmemiş fotoğraflar…

***

Daha çocuk yaşta Diyarbakırspor’a transfer olurken, “üniversiteyi okuyacağım” şartı koşman, Diyarbakır’da “efsane golcü” unvanını kısa sürede kazanman…

Ankara’daki üniversite günlerinden maçlara yetişip, futbolculuğun yanına bir de öğretmenliği eklemen…

İstanbul’a transfer olacakken yoğun bakımda yatmana neden olan sakatlığın…

Futbolculuk günleri bittiğinde hem teknik direktörlüğü hem lise müdürlüğünü hem de öğretmenliği birlikte yürütmen…

Duymanı isterdim.

“Ne biliyorsam ondan öğrendim” dedi bir öğrencin.

Kurban eti nasıl saklanır, buzluğa ne zaman konur, yıkanır mı? İşte püf noktaları
Kurban eti nasıl saklanır, buzluğa ne zaman konur, yıkanır mı? İşte püf noktaları
İçeriği Görüntüle

“Hayatımda onun kadar golcü bir santrafor görmedim” dedi bir başkası.

***

Derken, bir anda hepsini, birden tüm bunları geride bırakıp, aldığın iş teklifini kabul edip Bursa’ya gelmen, ardından Ankara’ya taşıman bizi… Ardından öğrenciliğinden bu yana sevdiğin bozkırı bir çocuk heyecanıyla yaşaman…

Ama böyle sıralı ve dümdüz anlattığında eksik kalıyor değil mi?

Çekilmemiş fotoğraflardan bahsetmek yine en iyisi…

Nazmi Tahincioğlu

***

Misal, Kızılay’dan Cebeci’ye yürümenin sadece yürüyenlerin anlayabileceği bir derinlik olduğunu yazdığım bir günün sabahında beni arayıp 60’lardaki Cebeci’yi anlatmıştın.

Az sohbet edip, o anlarda çok anlatan babalar birdenbire sizi şaşırtabilir…

Senin de bir zamanlar genç olduğunu, kendine sakladığın şiirler yazdığını, belki bir kızdan hoşlandığını, iki mısra mırıldanıp telefonu kapattığında anlamıştım.

“Göstermezsen gösterme kendini…

Hiç mi geçmeyeceksin Cebeci Köprüsü’nden…”

Daha geçenlerde, o fırtınanın tam ortasındayken, kendine yazdığın mektupları bulduğumda şimdi kavuştuğun kızından sonraki acını kimseyle paylaşamadığını, belki hakkın olmadığını düşündüğünü anladığım gibi…

Birileri durmadan “kader mahkumlarından” söz ediyor değil mi?

Binbir emekle var edilen hayatların nasıl çalınmış olduğunu zerre dert etmeden…

***

Şimdi çekilmemiş hangi fotoğrafı anlatsam?

Ankara’dan Bursa’ya elinde Altın Kitaplar serisiyle gelişlerini misal…

Hep aynı duvarın üzerine oturup, gelişini beklerken ve nadiren de olsa tam o an geldiğinde bir çocuğun yüzünde oluşan istemsiz gülüşü…

İki çocuk gördüğünde beş dakikada kurduğun sokak maçlarını…

Karne günleri Altıparmak’ta içilen çorbaları, Uludağ’ın Arnavut kaldırımı yollarını…

Asla birbirimizin fikrinden mutlu olamadığımız Fenerbahçe maçlarını…

Bagajında taşıdığın futbol toplarını…

Konuşamadığımız sessiz zamanları…

Daha ilkokulda “mutlaka okuyacaksınız” diye aldığın Rus yazarlarının kitaplarını…

Sonradan anlatınca komik gelen kavgalarını…

Felsefe öğretmeni olduğunun altını kalınca çizerek, herkese ama herkese sınav yapar gibi sorduğun soruları…

Her gün aynı saatlerde arayıp da siyasi yorum yapıp yanıtı dinlemeden kapatmanı…

Anneme, bıktırana kadar aileni övdüğün geceleri…

Kucağında Milliyet gazetesinin manşetleriyle okumayı söktürmeni…

Çetin Altan’la Hasan Pulur’u ne çok sevdiğini…

Olmadığın, olmanı istediğimiz yaz akşamlarını…

***

Öğrencilerin tutamadılar kendilerini, koca koca insanlar hıçkıra hıçkıra ağlayıp, uğurladılar seni çocuk gibi.

Hep 29,5 kalacaktın ve hep öyle kaldın, hep genç kaldığını çok iyi biliyorum, merak etme…

Ama çalınan, hepimizden çalınan hayatı da şimdi yattığın yerden dolayı iyi biliyorum.

Keşke böyle bitmeseydi baba.

Keşke kenarında saatlerce oturup, yenik bir kederle baktığın mezarda uğurlamak zorunda kalmasaydık seni.

Babalık yaptığın onca insan, yokluğunun yanında bir de bu karanlık hikâyeye üzülmek zorunda kalmasaydı.

Sıralı ölüme lafımız olmaz, olamaz değil mi, biliyoruz sıranın bozulduğu bir dünyanın ne anlama geldiğini…

Ama keşke…

Keşke Fenerbahçe bu yıl şampiyon olabilseydi…

Keşke bir çocuk gibi, hiç ölmeyeceğine olan inancım yaşayabilseydi…

Keşke, ılık bir Bursa lodosu, o büyük bahçedeki fotoğraftan, gençliğini ve bizleri alıp bugüne getirebilseydi.

Anımsamak istediği gibi anımsar insan, yapabildiğin kadar geçti bazı günler.

Kuytuya sığınıp büyük hataları, kızgın zamanları gerekçelendirmek bize göre değil.

Bitlis’te büyüyen o küçük ve cesur çocuk olarak anımsayacağız seni…

Ama keşke…

Keşke böyle bitmeseydi…

Ölümü tanımasaydık erkenden…

Sen bir futbolcuydun ve hep öyle kaldın…

Biz de o güzel gollerinden birini attığın zamanlardaki gençlik sevincin gibi kalabilseydik…

Yenildiğimizde bile gülebilmek şansına sahip olabilseydik.

Ölümü tanımadan ölebilseydik baba…

*

İçin rahat olsun… Geriye kalması gereken içinde “değer” taşıyan cümleler bırakmaksa eğer, çok daha fazlasını başardığını anlamayan kalmadı.

Zaten daha fazlası da inan yapılamazdı.

Yine de eksik ve böyle buruk…

Yetim mendillerde kaldı şimdi kederli bayram harçlıkları…

Elveda Nazmi Hoca…

Kaynak: T24