Sizlere 1996 yılından bir filmi anlatmak ziyade gerçek yaşamı, belki de çaresizliği anlatacağım.. Bir tatil gününde izlerseniz içinizden bir şeylerin koptuğunu hissettiğiniz anlar olacak. Amacım sizlere filmi övmek spoiler verip, film eleştirisi yapmak değil.

Şimdi biraz empati yapma zamanı. Filmi seyretmeden yaşamaya dair bazı soruları kendinize sorup cevaplamak ister misiniz?  Hayatınızda hiç araba çalan birisiyle tanıştınız mı? Olabilir dedinizse evsiz, biçare yiyecek bir lokma ekmek olmadığında soğuk kış günlerinde dışarıda üşümemek için çaldığı belediye otobüsü, ambulans veya lüks bir BMW alıp saatlerce gezip. Sonra sabaha karşı arabanın etrafında parmak izi kalmasın diye iyice silip bırakan birisiyle tanıştınız mı? 

İnsan çaresi kalınca neler yapmaz ki. Evet, geçen gün kaybettiğimiz Aktör Ahmet Uğurlu’dan bahsediyorum. Gerçek yaşamı tüm çıplaklığı ile anlatmak. Yönetmen Derviş zaimoğluna rolü adeta yaşayan Ahmet Uğurlu’yu seyredince ister istemez etki altında kalıyorsunuz. Başrol oyuncusunun çok iyi bir aktör olduğunu unutursanız farklı bir açıdan seyredeceğinize eminim. Bir belgesel izlediğinizi, sahnelerin spontane çekildiğini düşünebilirsiniz. 

Dilerseniz filmden bazı sahneleri anlatıp kendi yorumlarımı ekleyeyim. Hayatı boyunca kendisine bir zerre kadar değer verilmemiş olan Mahsun,  bizlere adeta hayat bilgisi dersi veriyor. Hangimiz üşümemek için çaldığı arabayla çarptığı sokak köpeğini veterinere götürdü. Hangimiz aç kaldığında bir bakkaldan dünden kalan “çıkma ekmeği” istedi. Hangimiz evsiz olduğu için boş inşaatlarda kaldı. Sabah kalktığında sahile inip en sevdiği arkadaşının dondurucu soğukta terk edilmiş bir kayık içinde can arkadaşı “Sarı”nın donmuş cesedine sarıldı. Hangimiz cebindeki son parayla sevdalandığı kıza koşup eczaneden pamuk aldı.  Filmi izleyenler ne demek istediğimi çoktan anladılar. Yönetmen Derviş Zaim’in okuduğunu tahmin ettiğim Fransız yazar Jean Genet'de en belirgin izlerini gördüğüm “öteki insanın” bakış açısını bir yönetmen filme ancak bu kadar mükemmel yansıtabilir. Bazen bakışlarımızın takıldığı beş dakika sonra unuttuğumuz sokakta yaşayan çaresiz insanların dramını anlatıyor. İstanbul’un en pahalı konutlarının olduğu Rumeli hisarının sahil kenarında yaşanan sefalete, acılara parmak basmış film.

“Mahsun beni taksim'e götür.” Cümlesi yalnız yaşayan bir kadının uyuşturucu batağındaki kriz anlarıdır. Mahsun’un gözlerindeki ona yardım edemememin anlaşılmaz hüznüdür. Ahmet Uğurlu ve Tuncel Kurtiz'in efsane oyunculuklarının yanına “Baba Zula”nın enfes müzikleri eklenince ortaya tadına doyum olmaz bir yapıt çıkmıştır.

Mahsun aslında yalnızı ve yalnızlığı tüm çıplaklığı ile yaşayanları anlatır. Deli, eşcinsel, evsiz, mülteci, suçlu veya benzeri isimleri içeren öteki insanın tarifini yapar. Gördüğümüzde tiksinmeden, acımadan korkuya kadar çeşitli duygularla bizim ruh halimizi karmakarışık eden insanlar artık dünyanın kaldıramadığı bir masumiyetten söz eder. Nefes almadan izleyeceğiniz bütünüyle akılda kalan bir film. Sinematografisinde güçlü bir sanatsal anlatımı var. Yalın gerçekliğiyle karşımıza çıkan kült bir film olmuş. Tavsiyem moraliniz bozukken veya kendiniz yalnızken izlemeyiniz. Mahsun acımasız zorluklarla geçen yaşamı ruh halinizi duvara çarpmış gibi hissettirebilir. Filmin yan etkileri sürekli bir mutsuzluk hali, Her şeyini kaybetmiş insanların dışarıda olmasını hissetmektir. Filmi izlerken yanınızda bir bardak içecek bulundurun ki bir krakerin boğazınıza takılma ihtimali var. Belki de yaşadığınız hayatı sorgulayacak kadar fazlasıyla üzüleceksiniz.

Filmin çekildiği zamanlarda İstanbul öylesine soğuktur ki çenesi ve elleri titreyen çorba içen Mahsun'la açlığın ne demek olduğunu anlarsınız.  

Gelelim Mahsun’un masumiyetini yitirdiği o kötü zamanlamaya, aç kalınca zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e gelen Rumelihisarın’da korumaya alınan tavus kuşunu yemesine. Yok, canım bu kadar absürd bir yaşam olamaz diyorsanız, bende size bu filme konu olan Mahsun karakteri bir oto hırsızının gerçek yaşamından alındı derim.

Yazıma 1996 yılında çekilen filme ilham kaynağı olan o günün Vatan gazetesinden bir alıntıyla devam edeyim. Yeniköylü Özdemir Dursun Toktay oto hırsızıydı... Diğerlerinden çok farklıydı.

 Sadece çay kaşığı ile çalıyordu. Özdemir'i diğerlerinden ayıran sadece çay kaşığı değildi. O çaldığı arabalarla geziyor, bakımını yaptırıyor, yıkıyor ve çaldığı yere geri bırakıyordu. "Benimkine çalmak denmez" diyordu Özdemir. Ve ekliyordu: "12 yaşımdan beri yanımdan eksik etmediğim çay kaşığım yardımıyla arabaları alırım. Motordan anlarım. Ehliyetim yok ama benden mükemmel şoför olur. Çalışırsam eğer, biri bana iş verirse, yalnızca şoförlük yaparım. Araba kullanırken, ayık insanlardan daha ayığımdır. Kaza yaptığım görülmemiştir."

Bir keresinde yine çay kaşığıyla araba çalmıştı... Polis peşine düştü..."Dur" ihtarına uymadı... 8 kurşunla vurularak yakalandı. 2 ay Şişli Etfal Hastanesi'nde yaşam mücadelesi verdi. Gazeteler ondan söz etti.. Efsane olmuştu. Ünlü yönetmen Derviş Zaim, Özdemir'in hayatını filme aldı.

 "Tabutta Röveşata"ydı filmin adı... Film tam 12 ödül aldı. Çay kaşıklı efsane oto hırsızı Özdemir Dursun Oktay (28), aç kaldığı bir gün Rumelihisarı'nda üç tane tavuskuşunu çalıp arkadaşlarıyla yemişti. Kuşlar, zamanında Süleyman Demirel'e hediye edilmişti.  İşte o meşhur Özdemir Yeniköy'ün arka sokaklarının birinde ölü bulundu. Beli kırıktı, muhtemelen birileri dövmüştü. Üzerinde biraz bozuk para sadece 2 kaşık vardı. Bir de yarısı içilmiş Samsun sigarası...