Sizlere bugün ilk kitabımı yazmam için beni teşvik eden bir eğitimciyi tanıtayım. 1968 yılında tek kütüphanemiz vardı. Kütüphaneci Nazım Konya’dan yeni tayin olmuştu. Kütüphanemiz Sur içinde Ulu Camii girişinin hemen üzerindeydi. Doğu tarafından bakınca Hasanpaşa hanını Batı penceresinden bakınca İslam Âleminin 5. Haremi Şerifi Diyarbekir Ulu Camii avlusu gözüküyordu. Okumayanlar için ilk kitabımdan tadımlık bir bölüm yazacağım. Kütüphaneci Nazım öğretmen ile tanışmamızı anlatayım.

Öğretmen Nazım Dilan Sinemasının önünde Seyyar şerbetçiden meyan şerbetini bir dikişte içti, tadı buruk gelse de değişik bir tatla tanışmak onu ferahlattı. Şerbetçi Halo Hüs’e sordu. Tanıdığın bir terzi var mı? Şerbetçi tam karşıda duruyor. Paris Pantoloncusu Süryani terzi Hınne (Hanna) usta. Terzi dükkânından içeri girdi. ‘’Pantolon diktirmek istiyorum’’ dedi. Süryani Hinne usta pantolon diktirmek isteyenlere o günlerde herkese söylediği sözü tekrar etti. “Beğ’im beni mahzur göresen, elimde işlerim çok fazla. Ulu cami yanında Yanık çarşıda Halfem (kalfam) tüken açtı. Ha bahan diktirmişsen ha ona, selamımı söle,  sahan ikram da yapsın.”  Aslında elinde fazla işi yoktu. Ancak yetiştirdiği iki kalfanın ortak açtıgı dükkâna destek olmak istiyordu. Küçükken çırak olarak gelip kalfa olan sonrada dükkân açan Bedros ve Hayrettin’i hala çocuğu gibi görüyordu. Onlara müşteri kazandırıp evlerine ‘ekmek’’ götürmelerini istiyordu. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Yarenlik, Ahilik gibi esnafın önlük kuşanması gibi gelenekler yaşadığı, sorumluluk, merhamet ve sevginin kaybolmadığı çeşitli etnik kökenden insanın kardeşçe yaşadığı bir esnaf kültürü ortamında yaşıyorlardı. Ne yazık ki Süryani Terzi Hanna Usta bu geleneğinin son temsilcisi olduğunu bilmiyordu. İleriki yıllarda diktiği bu göz nuru el emeği giysilerin, sonraki yıllarda marketlerde fabrikasyon olarak satılacağını mesleklerinin kaybolacağından habersizdi. Zamanla alışverişin bir telefonla verilen iki saniyelik siparişin ve gelen kargo arabası ile biteceği günleri görmeyip, huzur içinde ölmesi, onun adına sevindiriciydi.

Nazım sora sora dükkânı aramaya başladı. Nazım bir esnafa Terzi Bedros’u aradığını söyleyince, çırağı çağırdı. Yolu Şivesiyle tarif etti,’’ Zetina dikiş makinesi satan Zaven’in oradan yanık çarşıya gir, küçe çıkmazdaki Merkez lahmacun fırınının yanında Terzi Anton’un iki tüken ilerisi. Orada kime sorsan Terzi Bedros’un yerini gösterir.

Bedros, Nazım’ı bir kürsüye buyur etti. ‘’Sarıpişo çabuk bir teze çay getir’’ Pantolon ölçüsü alınırken sordu; ‘’Abem 33 santim paça eyidir.’’ Nazım gülümsedi’’İspanyol paça severim ama çamurlu yollarda çabuk kirleniyor.’’ Bedros; ‘’Abem ne iş yapisan.’’ Sorusuna ‘’Manisalıyım Kütüphane memurluğu yapıyorum’’diye cevap alınca, Bedros pantolon ölçüsü almayı bıraktı, genç adamın paçalarını bıraktı, ayağa kalktı. ‘’Size bir teklifim var. Bu sarıpişo buralarda çırağım diye dolaşi, amma velâkin sabahtan akşama kadar yaramazlık peşinde. Günde birkaç saat kütüphaneye gelse, Bu yaz tatilinde biraz ilim öğrense,  bizde burada kafamızı dinlesek’’Nazım gülerek ’’siz yanlış anladınız çalıştığım yer kütüphane, gündüz kreşi değil’’ Bedros Nazım’ı ikna etti. Hediye olarak ona bahariye kumaştan bir pantolon dikti. Sarıpişo da her gün kütüphaneye gidiyor, Bir gün annesinin yaptığı, ertesi gün İrma’nın yaptığı yemekleri sefertasına koyup dükkâna getiriyordu. Bir ay içinde Nazım’ artık onlardan biri olmuştu. Öğle mesai aralığında Bedros, Terzi Hayrettin ile yemek yiyorlardı. Kahveler içildikten sonra Sarıpişo’nun elini tutup Ulu cami girişinin üstündeki İl halk kütüphanesine gittiler.

Sarı pişo yaşamını şekillendirecek ortama ayak uydurmaya çalışıyordu. Dağılan Doğan Kardeş çizgi roman mecmualarını tarihe göre sıralıyor. Toplamda 3 adet bulunan Baki Kurtuluş hazırladığı sınıf ansiklopedilerinden yararlanmak isteyen öğrencileri bir deftere isimleri yazıp sıraya koyuyordu. Bilgiye ulaşmanın zor olduğu bir dönemdi. Bazı öğrencilerin oradaki ansiklopedilerden bir ders notu çıkarmak için 3 saat bekledikleri bile olurdu. İlkokul talebesi olan çocuklara Nazım Bey’in söylediği ; ‘’Çocuklar Gürültü yapmayın, 5 sınıf ansiklopedisi 3 tane diğer sınıflardan 2 şer adet var. Sıra beklemek zorundasınız’’ sakince konuşmasına, Sarıpişo’nun bağırışı karışıyordu. ‘’Ula Habeşler, Gürültü yapana bugün kitap vermiyem, artık yarın gelirsiz.’’ Nazım öğretmenin kibar ol uyarılarına karşılık Sarıpişo biraz diklenerek cevap verirdi. ‘’Ma örtmenim, bunlar laftan anlamilar, sizde 30 santimlik cetvel alın, birez kafasına vurmazsan, seslerini kesmezler, ben kendimden biliyem!’’ Kütüphane memuru Nazım aynı fikirde değildi. ‘’Şiddet sözünü kabul ettiremeyen kişilerin yöntemidir, istediklerini sakin bir dille anlatırsan, onları ikna edersen, daha saygın olursun’’

Ulu cami meydanından gelen gürültüler kütüphanedeki öğrencileri rahatsız etti. Herkes pencereden aşağı bakınca biraz evvel konuştuklarına tezat bir olay yaşanıyordu. İki ayrı aşirete mensup köylüler birbirlerine sopalarla saldırmıştı. İpli kürsüler havada uçuşuyordu. Yaklaşık 50 veya 60 kişinin karıştığı kavgada, insanların kafası, gözü yarılıyor, yüzleri kan içindeydi.  Nazım ne kadar bağırsa da çocukları pencerenin önünden koparamadı. Polis gelmiş kavga bitmişti. Nazım Sarıpişo’yu karşısına aldı; ‘’Bak sen şu an 1968 Diyarbakır’ında yaşıyorsun. Binlerce yıllık medeniyetlerin yerleştiği Romalılar, Mervaniler, Akkoyunlular ve en son Osmanlıların hâkimiyetinde olan tarihi topraklarda doğmuşsun. Beş buçuk kilometrelik burçlar dünyanın hiçbir yerinde yok. Benzeri bir Çin Seddi var, ama kale değil, Diyarbakır surlarının yarısı boyunda adı üstünde set yapmışlar. Bugünden oturup bu kan davasını, aşiret kavgalarını, insan portelerini tasvir edip yazarsan ileride Müthiş bir kitap olur. Ben iki binli yılları belki göremeyeceğim ama sen bu notları alıp bugünleri edebi bir dille yazarsan yakın tarihine bir katkı olur’’ dedi.

Manisalı Kütüphane memuru çizgisiz bir kâğıt çıkardı. Sevecen bir bakışla, Sarıpişo’nun sarı kafasını okşadı. ‘’Hadi bakalım az evvel gördüğün olayı bir kompozisyon şeklinde yaz.’’ Sarıpişo yarım saat boyunca o müthiş kompozisyonu yazarken, Nazım ara sıra pencereden Hasanpaşa hanını seyrediyor, bazen de kalın gözlüklerin üstünden Sarıpişo’ya gülümseyip bakarken, önündeki o dönem aşırı solcuların gazetesi olarak bilinen Cumhuriyet gazetesinin bulmacasını çözüyordu. Sonunda kompozisyon bitmişti. Alipaşa ilkokulu 3 sınıf talebesi Sarıpişo belki de yazarlığına ilk adımını atacağı, 60 yaşına geldiğinde yayınlayacağı kitabının ilk satırları yazıyordu. Nazım kompozisyon kâğıdını eline alınca Daha önceki sohbetlerinde Bedros’a ‘’çok zeki bir çocuk, büyük bir adam ’’ olacağından emin olduğunu söylediği sarı saçlı çocuğa gözlerini kısıp sevgiyle baktı. Çizgisiz dosya kâğıdına yazılanları okuyunca, yüzünde ki meşhur Diyarbakır kadayıfı yemiş gibigülen suratı değişmiş, yerine İrma’nın yaptığı acur turşusu tatmış, ekşimiş bir surat gelmişti. Uzun kompozisyonun elle tutulur bir yanı yoktu. Genelde giriş, gelişim, sonuç olması beklenen yazıda. Gelişim başta, girişten eser olmadığı gibi, sonuç bölümü uzun bir tatile çıkmıştı. Üstelik Diyarbekir şivesinde yazılan kompozisyon yöresel, otantik olmanın ötesinde, kargacık burgacık yazılarıyla anlamak güçtü. Okumak için illa Eczacılık Fakültesi bitirmiş aynı zamanda Diyarbekir şivesini iyi bilen Rojda isminde bir eczacıya ihtiyaç duyuluyordu. Ama o kişide henüz dünyaya teşrif etmemişti. Rojda annesinin karnında dua edip, Paris’in elit bir semti olan Montparnasse’de doğmak için çok dua etmişti. Ne yazık ki duası tutmamış Orta doğunun en belalı kentine tayini çıkmıştı.

 Kompozisyonun başlığı gazetecilik lügatinde merak uyandıran, gazeteyi almaya mecbur bırakan şok başlıkları yaya bırakırdı. Edebiyat dünyasında çığır açacak, belki de Nobel ödülü! alacak Kompozisyon aşağı yukarı şöyleydi;

ULUCAMİDE KAN AGHTİ

Bi kız yüzünden kan davasi olan aşiretler birbirlerini vurdilar. Başında serpuş olan amice, köy agasi olan amiceye vurdi, ondan da kan ahti. Bi tene kefe agarlı (arap serpuşu) amiceye Qebragın (pezevenk) birisi arhadan vurdi onunda başi yarildi, ondan da kan ahti. Kahvede oturanlar korkudan Çarşiya şevutiye (yanıkçarşiya) kaçti.  Kaçarlarken bazıları kapkaplarını (ayakkabı) arhada bırakti. Kahveci meheme kırılan camlara agladi. Mehlenin pijleri (piçleri) fırsati buldu, Kırtasiyeci Kemal Acet amcanın tükenindeki Hazreti Ali cengi, Hayber kalesi, Kemalettin Tuğcu kitaplarını çaldi. Eczacı Zeyyad Münir Cizreli amicede ne tentürdiyot,  nede oksijen suyu kalmadı. Köylülerin hepsine pansuman yapti. Haloların bir kısmi numune hastanesi acile getti. Bir kısmınida Polesler (polis) çarşi karakoluna apardi (götürdü) Kütüphanada olan uşaghlar zitige kaghti (heyecandan yerinde eşekler gibi çifte attı)

İlk yazımın böyle komik olmasına çok güldünüz mü? Kitap yazmak isterseniz hiç vazgeçmeyin. Ben yıllarca uğraştım muradıma erdim. Darısı sizin başınıza, ben çıkayım Gazi köşküne.