Hemen hemen her yıl memleketim Diyarbakır’a uğramadan edemem. Bu yıl da yaklaşık on günümü kadim toprağımda geçirmekten haz aldım. Doyasıya gezdim.

Oldum olası insanlarla sohbet etmeyi, yaşadıklarından, deneyimlerinden payımı düşeni almaya çalıştım. Yenilendim, huzur ve mutlulukla donanarak döndüm.

Diyarbakır dendiğinde medeniyetin beşiği, dinlerin, dillerin kardeşliği, kültürün ve yaşam biçiminin her boyutuyla akla geldiği ve her kesimde kabul gördüğü bir şehir. Bu yıl biraz daha farklı gelişmelere rastladım. Camiler, kiliseler, meşhur Diyarbakır surlarında restorasyonlara ağırlık verilmiş gibi. 5 bin 100 metrelik    surlardaki bu çalışmalar tamamlandığında bambaşka bir şehirle karşılaşmak mümkün.

Hazreti Süleyman’ın türbesinin bulunduğu mekânın hemen yanı başındaki müzeler insanları medeniyetin ne denli önemli olduğunu gözler önüne sererken, Türkiye’nin her tarafından gelen insanların akınına uğramış dersek yanlış olmaz. Çok kalabalık gruplar halinde surun her bir tarafını gezen ve yerli turist diye tanımlanan insanların yüzündeki rahatlamayı, huzurlu ve mutluluk saçtığını görmeniz mümkün.

Suru gezerken gördüğüm manzaralar karşısında memleketime bahar gelmiş misali gibi
bedenim de rahatlama, gözlerimde ışıltı, beyin hücrelerimde aktif elektriklemeler hissettim.

İnsanların mutlu, sevecen, birbirine karşı daha cana yakın tavırlar sergilediğini görünce bu topraklara ne yaparsanız yapın ayakta kalmak adına hep dirençli olduklarına tanıklık yapmaktan kendinizi alamazsınız.

Ulu Camii’de gezerken gördüğüm duygu yüklü bir konuşmaya tanıklı etmem beni benden aldı dersem inanın. İç Anadolu’dan bir grup kadının kendi aralarında, ‘’Yıllarca bize Diyarbakır ve bölge insanını hep farklı tanıttılar. Gidilmeyecek yerler dendi, terör dendi, başka başka şeyler dendi. Ama gelip gördüğümüzde, tarihin derin kokusu içimizi aydınlattı. İnsanların cana yakın ve misafirperverlikleri karşısında bizleri yanıltanlara lanet okuduk. Gibi gibi
sözler…’’

Surda, Dört ayaklı Minarenin hemen yanı başında yer alan Mar Petyun Keldani Katolik Kilisesi’ni gezdikten sonra, kafesinde mola vermek ve bir bardak kahve içmek için soluklanmaya çalıştım. Burada da farklı olmayan bir manzara beni adeta içine çekti. Genç ve kadınlardan oluşan bir grup derin konulara dalmış giderken dikkat kesilmemek elde değil.

Ankara’dan geldiklerini söyleyen grup elemanlarıyla ilişki kurmak için hemen harekete geçtim. Tanışma faslından sonra dilim döndükçe kadim toprakların kutsallığından, tarihinden, dillerin, dinlerin kardeşliğinden dem vurdum. Hayli uzun sürdü konuşmalarımız. Onlar da yanlış yönlendirilmiş, kafalarına adeta düşmanlık tohumları serpiştirilmiş, ötekileştirilmiş, ayrıştırılmış bir coğrafya olarak sokulmuş.

İnsanlar aydınlandıkça, okudukça, birbirini tanıdıkça gerçekler gün yüzüne çıktıkça nifak tohumları yeşermek yerine kuruyup defolup gittikçe kazananın insanlık olduğu ortaya çıkmakta gecikmez.

Burada bir paragraf açmak istiyorum. Bütün bu kötülüklerin temelinde siyasi elitlerin geldiğini görmemek körlük olur. Çünkü kasaba politikacılarının temel ilkesi haline gelen çıkar her şeyin önünü tıkamakta gecikmez. Ülkenin gelişmesi, kültürün yayılması, yaşam biçimleri onlar için hiçbir anlam ifade etmez. Onlar için varsa yoksa kendi çıkarları, ayakta kalmaları.

Ülke batmış, yok olmuş, insanlar kanlı bıçaklı olmuş umurlarında değil.
Yeter artık bu ülkeden elinizi çekin. İnsanların ortak yaşamlarına, dillerine, inançlarına sakın dokunmayın. Bunu yıllarca yaptınız, kısa vadede belki başarılı oldunuz ama gelin görün ki kötü emelleriniz geri tepmeye başladığında kara kara düşünmeye başlamak yine siz olacaksınız.

Kadim toprağım dik dur, bütün kötülüklere kapını sonuna kadar kapat ki, ötekileştirenlere, ayrıştıranlara kültürünle, yaşam biçiminle, dilinle ve inançlarınla karşı koy. Tüm insanlığın, dilini, dinini geliştir ki ayakta kalabilesin.

Seneye görüşmek üzere güzel memleketim, kadim toprağım…