Güne sonsuz indirime girmiş vicdanlarımızla başlıyoruz. Raflarda ruhumuzun kırık dökük parçaları...

Yalnızca bu hafta sonuna özel bir alana üç ahlak bedava. Zihinlerimiz, yıl sonu stok eritme mağazası gibi: İçimiz boşaldıkça torbalar doluyor, ruhumuz inceldikçe poşetler şişiyor. Her yeni satın alımda biraz daha yitiriyoruz kendimizi ve renkli etiketlerin arasına sıkışmış anlam kırıntılarını. Peki, dışarı çıktığımızda başımızı kaldırıp gökyüzüne bakıyor muyuz hiç? Ozon tabakası müşteri hizmetlerinden iadesi alınamamış bir gömlek gibi yırtık; takas yok, telafi yok. Modern çağ insanının doğaya bakışı maalesef ki beyaz yaka bir çalışanın ofis bitkisine olan sevgisi kadar samimi: Haftada bir sulama, ayda bir selfie, yeşilin her tonunu filtrele. Su ise zaten damacanadan...Bir kuşun ötüşünü Google’dan aratacak kadar yabancıyız doğaya. Çöp kutusuna atılan pet şişeler senfoni düzeniyle diziliyor. Artık “Dünyayı kurtarmak için bir like atmayı unutma!” gibi cümlelerle başlıyor sosyal medya kuşağının çevreci manifestosu, telefonun bataryası için kaç Kongolu çocuğun tırnaklarıyla kazı yaptığı kobalt madenini düşünmeden. Çünkü etik paylaştıkça çoğalır. Hele ki estetik bir fontlar yazılıp arka planına doğa manzarası eklendiyse... Eskiden ağaçlar yaprak dökünce sonbahar gelirdi, artık kimse mevsimi gökyüzünden ya da dallardan okumuyor. Şimdi yaprak dökümü bahçıvanın üşengeçliğiyle açıklanıyor; “toplanmadı” diye şikâyet ediliyor. Halbuki o yere düşen yaprakların hışırtısına basmak, dünyaya sessizce karışmaktı bir zamanlar. Şimdi o yapraklara dokunan çocuklar doğayla temas ettiğini sanıyor, ama gerçek doğa çoktan cam vitrinlerin, dezenfekte edilmiş parklardaki kauçuk zeminlerin altına saklandı. Toprak dediğimiz şey bile artık steril poşetlerde satılıyor; ellerimizi kirletmeden doğaya dokunabileceğimiz bir formül arıyoruz sanki. Doğayla temas etmek, marketteki içi su dolu sukulentleri avuçlamaya indirgenmiş; alıp bir kenara koyduğumuzda doğayı da evcilleştirdiğimizi sanıyoruz. Gerçek doğanın üstü çoktan kapatıldı: asfaltla, sözde çevreci projelerle ve en çok da kendi korkularımızla. Kirlenmekten korktuğumuz için uzak duruyoruz doğadan; yoksa toprak, kir değil, şifadır aslında. Marketler demişken, doğanın öfkesi raflarda satılıyor artık. “Doğa dostu ürün” etiketleri yapıştırılmış paketlerin üstünde o koca kelimeler: “geri dönüştürülebilir.” Üzerine birkaç yeşil yaprak ikonu bastın mı, dünya kurtuluyor sanıyoruz. İçimiz rahatlıyor, suçluluğumuzdan arınıyoruz, bir ürünün ambalajı geri dönüyor ya, biz de dönüyoruz sanıyoruz eski saf halimize. Oysa dönüşen sadece ambalaj, alışkanlıklarımız hâlâ tek kullanımlık; sevdiğimiz şeyleri bile hızlıca tüketiyor, ardından yenisini istiyoruz. Ağaç dikme kampanyaları düzenliyoruz, sonra o ağaçların etrafını betondan mezarlara çeviriyoruz. Mesele hiçbir zaman ağaç olmadı belki de; mesele fotoğraf karesi, mesele etiket, mesele kendimizi iyi hissetmek. Görüntü mü önemli sadece? Belki de görüntü bile değil, görünme algoritması. Beğenilme arzusu kadar yakıcı çok az şey vardır; nehirler kurur, ormanlar yanar, ama biz o bir karelik görünürlüğün tadını çıkarırız. Belki de doğayı gerçekten kurtarmak için önce görünme ihtiyacımızı yok etmek gerekirdi; ama insan, kendini en çok gösterdiği anda aslında en az emek gösterdiği, en suçlu olduğu zamandır. Bir savunma mekanizması yapar gibi Kırlangıçların göç ederken artık şehirlerin üzerinden geçmemesine şaşmamalı. Kim ister ki, betonun, egzozun, metalin titreşimleriyle örselenmiş bir gökyüzünde kanat çırpmayı? Gökyüzüne zehir saçan sıra sıra araçlar kükrediğinde, onlar irkiliyor; bizse gürültüye öyle alışmışız ki fon müziği bellemişiz. Duman, beton ve ses kirliliği göğe öyle bir yük bindi ki, kırlangıçlar bile yön değiştirdi. Göç yolları değişti ama bizim yörüngemiz aynı: daha fazla bina, daha geniş yollar, daha çok ışık. Onlar doğayı terk ederken, biz bilet aliyoruz doğal yaşam alanlarına. Ormanda yürümek için bile otel rezervasyonu yapıyoruz; doğaya adım atmadan önce kredi kartı şifremizi giriyoruz. Beton ormanlardan gerçek ormanlara geçiş bile bir lojistik operasyonuna dönüştü. Sanki doğayla temas etmek, bir deneyim paketiymiş gibi: “Konforlu çadırlar, sıcak duş imkanı ve doğada kahvaltı dahil.” Gerçek doğayı istesek bile, ona steril eldivenlerle dokunuyoruz; Aslında biz doğaya gitmiyoruz, sadece doğa dekoruyla bezenmiş yeni müzeler kuruyoruz kendimize. Artık nefes aldığımızı sandığımız her an, biraz daha boğuluyoruz. İnsan eliyle yapılan her şeyin arkasında bir doğa tahribatı vardır. İster bir apartman olsun, ister bir kahve fincanı, isterse bir şiir kitabı; her şeyin bedelini doğa ödüyor sessizce. Biz ise ellerimizi sabunlayıp aynanın karşısına geçtik mi temizlendiğimizi sanıyoruz. Hele bir de takım elbise giydik mi, kusursuz bir insan olduğumuza inanıyoruz. Oysa takım elbiseyle kamufle ettiğimiz şey, içimizdeki yıkımdır. Ellerimiz temiz görünür ama tırnaklarımızın ucunda hâlâ sökülmüş ağaçların, kurumuş derelerin, kirlettiğimiz parkların , sokakların izleri vardır. Kendimizi tertemiz görmek için aynaya bakıyoruz; ama asıl görmekten kaçındığımız, o aynanın ardında duran yıkılmış manzaradır. Medeniyet sandığımız şey, biraz daha organize edilmiş bir yıkımdan ibaret belki de. Temizliği, kirliliği örtmek sanıyoruz; ama gerçek temizlik, ellerimizi değil, alışkanlıklarımızı değiştirmekle başlardı. Ve en büyük kir, suyla değil, farkındalıkla arınırdı belki de. Bu kadar hızlı tüketmenin sonu nedir? Tüketmenin sonu, tüketilmemiş tek bir anlamın , varlığın kalmamasıdır. Sloganlarımızı, heyecanımızı, öfkemizi hatta aşkımızı bile tüketime kodluyoruz. Ve doğa susuyor. Çünkü onun konuşma biçimi fırtınalarla, sellerle, yangınlarla oluyor. Doğa konuştuğunda da zaten biz kulaklarımızı tıkıyoruz. Sonra da “Dünya neden bu halde?” diye soruyoruz kendi kendimize. Zira insan önce doğayı tüketti, sonra hafızasını. Unuttuk toprak kokusunu... Toprak neydi, ağaç neydi, neydi gölge, neydi bir yaprağın yüzeyine düşen bir sabah çiyi. Unuttuğumuz için de yok ettik. Yok ettiğimiz için de unuttuk. Bugün hep beraber ağlıyoruz. Mevsimler karıştı, kuşlar yönünü değişti, kuraklık arttı, yağmur yağmıyor, ekinler ne olacak diye . Endişe etmeyin. Nasıl olsa doğa simülasyonları artıyor. Bununla yetiniriz. Çünkü biz bu çağın çocuklarıyız : Tabiat anaya açarız, ama dönüş yoktur; iade kabul etmiyoruz.