Her doğal afet, sadece binaları yıkmaz. Enkaz altında sadece insanlar kalmaz. Bazen, bir toplumun en kutsal güven bağlarını da yerle bir eder.

6 Şubat depremlerinden sonra ortaya çıkan bir dava, bunun en çarpıcı örneklerinden biri.

Adana’da görevli eski Kaymakam Mustafa Kılıç, deprem felaketinin yarattığı kaosu kendi menfaati için kullandığı gerekçesiyle tam 70 yıl hapse mahkûm edildi. Gerekçeli kararda yer alan detaylar ise yalnızca hukuk kitaplarına değil, kamu vicdanının en hassas yerine yazılacak cinstendi.

Kılıç’ın geçmişine bakıldığında şaşırtıcı bir detay daha ortaya çıkıyor: 2017 yılında Diyarbakır Kayapınar’da hem kaymakamlık hem de belediyeye kayyum olarak atanmış; ancak hakkında çıkan benzer iddialar üzerine İçişleri Bakanlığı tarafından apar topar görevden alınmış ve Mersin'e gönderilmişti. O gün üstü örtülen iddialar, bugün Adana’da mahkeme kararıyla birer birer ete kemiğe büründü.

Gerekçeli karara göre, Kılıç ve suç ortağı, bir aşevi kurulacağı bahanesiyle olmayan ihaleler üzerinden milyonlarca liralık kaynağı kendi hesaplarına aktarmış. Ne alım var, ne ödenek...

Kâğıt üzerinde bile görünmeyen ihtiyaçlar, masa başında yazılmış senaryolarla gerçeğe dönüştürülmüş. Üstelik bu oyun, devletin en önemli sistemlerinden biri olan EKAP’a (Elektronik Kamu Alımları Platformu) bile sokulmamış. Denetimden kaçırılmış, gözlerden uzak tutulmuş.

Ama asıl mesele bu değil. Asıl mesele, bir kamu görevlisinin devletin otoritesini arkasına alarak, felaketin ortasında insanların çaresizliğini kendi sofrasına meze etmesi. Kaymakam koltuğunda oturan birinin halkın yarasını sarması beklenirken, yaranın kanamasını fırsata çevirmesi. Bu sadece bir suiistimal değil; bu, kelimenin tam anlamıyla bir ihanet.

Bu davada sorulması gereken soruların sayısı az değil:

Bu kadar büyük bir dolandırıcılık nasıl fark edilmedi?

Denetim mekanizmaları neden işlemedi?

Ve daha önemlisi: Depremler gibi olağanüstü dönemlerde, kamu gücünü ellerinde bulunduran başka isimler de benzer “sessiz vurgunlara” imza atıyor olabilir mi?

Bu dava, sadece bir suçun fotoğrafı değil. Aynı zamanda sistemin, denetimsizliğin ve “makam koruması”nın da bir portresi. O fotoğrafa hep birlikte uzun uzun bakmalı ve bir daha benzeri yaşanmasın diye o karanlığa ışık tutmalıyız.

Çünkü Diyarbakır’dan Adana’ya uzanan bu karanlık yalnızca bir kişinin günahı değil; aynı zamanda bir sistemin sessizliğinin, toplumun da ihmalkârlığının aynası.