Heci Ali Bakgör elinden hiç düşürmediği 33 lük kehribar tespihiyle 33 kez sübhanallah, elhamdülillah, Allahu Ekber dediği anda tespihat duasını bitirmeden. Şeho tedirgin bakışlarla Balıkçılarbaşında Bakgör magazasına girdi.. Heci Ali kendi kendine konuştu; “Yav şeytanı görünce hangi duayı okurdum, bah oni unuttum.” Şeho’nun canı sıkkındı. “Heci abe, zeten kaç gündür uykusuzum, bi de sen bahan takılma” Heci Ali, kızarak karşılık verdi; “Ula iki aydır baban seni arıyor, gene Sur diplerinde “gomonist” dergiler ohisan” Şeho, Heci Ali’e karşılık vermedi. Küçüklüğünden beri ondan çekinirdi. Delikanlılığa adım atarken kulağını çekip, hep aynı sözü tekrarlardı. “Alni secdeye degmeyinin ahirette yeri cehennemdir.” Oturduğu mahallenin saygın bir insanıydı. Babasının Ulucami’den arkadaşıydı. Temiz bir fanila takım ve çorap aldı Heci Ali Şeho’nun elindeki paralara, birde yüzüne baktı. “ Bir baltaya sap olamadın, avel avel gezisen. Elindeki parayla Aşefçilerden pazara çıksan mesarıf yapamazsın. Sen get babandan alıram, küçelerde sürtme, akşam evine gidesen.”
Şeho gerçekleri anlatırsa Heci Ali’nin kulağına yapışarak, Ulu Cami’ye götüreceğini namaz vaktini bekleyen babasına “Bak kevaşe oğlunu buldum” diyeceğini çok iyi biliyordu. 1980 darbesi öncesi karanlık yıllarıydı. Yasak yayınlar sattığı gerekçesiyle Polis her yerde onu arıyordu. Elinden geldiğince kalabalık yerlerde dolaşmıyordu. Birkaç hafta eski adı Kabî köyü olan Bağıvar’da bir akrabasının samanlığında saklanmıştı. Gazi caddesinden geçmeyip Diyarbakır’ın ara sokaklarında yolu uzatıyordu. Ulucamiden geçti Sonradan müze sokak olacak trahom göz polikliniğinden sağa dönünce Telgrafhane sokağına gelmişti. Tarihi Vahap Ağa hamamına girince en azından birkaç saat arandığını düşünmeyip, kese ve lif faslından sonra birkaç saat halvetlik bölümünde uyumayı düşünüyordu. Kasadaki görevli “Hade Şeho gene yaşadın, Patron Faghonun müşterilerine indirim var. Sen gusül abdesti almayı da bilmisen, tellaga söle göstersin.” Şeho kısa pantolon giydiği, her seferinde aynı espriyi yapan, çocukluğunu bilen adama cevap veremeyecek kadar bitkin ve keyifsizdi. Yaklaşık iki aydır yıkanmıyordu. Vahap Ağa hamamının göbek taşında yüzükoyun uzanınca rahatladı.
Ruhsal arınma ve vücut temizliği her insanın doğal ihtiyacıydı. Tarih boyunca önceleri açık havada, kutsal sayılan nehir ve ırmaklarda beden ve ruh temizliği için insanlar yıkanma ihtiyacını karşılarken, orta çağdan itibaren insanlar bu tarihi hamamlarda yıkanıyordu. Çocukluğundan beri bu hamama gelir, Kendini tellağın maharetli ellerine bırakırdı. Tellak Celil eline aldığı keseyi Şeho’nun bedenine sürdükçe söyleniyordu.” Seni tanımasam bu Hasuni mağarasında doğmuş, ilk defa hamama gelmiş diyerdim, Ula kaplama bu ne kirdir, şahre (şehriye) kadar kir çihi, yarım saattir keseliyem bitmi.” Sonunda kese bitmiş yeşil Nizip sabununu sürüp Diyarbekir deyimiyle ”son ağız” olan durulanmaya gelmişti. O sırada gözleri sabunlu Şehoyu birisi arkadan itti, eliyle mermer kurnayı tutmaya çalıştı, onlarca insanın yıkanıp zemine döktüğü pis su birikintisine içinde kendini buldu. Tam temiz olmuşken olacak şey miydi? “Hangi erzi kırık (soyu sopu belli olmayan) beni itti” diye bağırırken tekrar düştü. Etrafındaki insanların koro halinde bağırışıyla irkildi. “Deprem oli, canını seven kaçsın, Allahu ekber, Allahu ekber..” Hamamda olan herkes birbirlerini adeta ezerek, panik halinde sokağa çıktılar. Şeho’nun değil elbiselerini almayı, bir tas su döküp gözünü durulayacak vakti yoktu.
O an bir gazeteci veya bir fotoğrafçı olsaydı, müthiş bir kare olacaktı. Gazi caddesindeki Çarşı karakolunun bütün personeli deprem olunca bina dışına çıkmışlardı. Bir kısmı sivil olan polisler, bekçiler ve orada tesadüfen resmi işi olan şikâyetçi vatandaşlardan birkaç kişi donmuş kalmışlardı. İnsanların hepsi gülümseyerek, kadın olanlar bakışlarını kaçırmaya çalışarak “Yeni Eczane” önündeki ahaliye bakıyorlardı. Doğrusu kırk yılda bir rastlanacak durumdu. Bir kısmı pantolonunu giyecek vakti olmamış yarı çıplak erkekler, uzun beyaz donlarıyla etrafa şaşkınca bakıyorlardı. Onlardan üçü daha ilginç duruyordu, üzerlerinde hamam peştamalı vardı. Şeho ise diğerlerinden farklıydı, başında henüz kurumamış yeşil Nizip sabunu ile daha şirin gözüküyordu.
Sivil polislerden birisi caddenin karşısına geçip tanıdığı Şeho’ya yaklaşıp bir soru sordu. Günün anlam ve önemi ile ilgili olmayan genel kültür sorusuydu. “Şehmus sen Diyojen’i tanıyor musun?” Şeho entelektüel birisiydi liseyi bitirmiş, Ankara’da Ticari İlimlerde Fakültesinde okuyan bir öğrenciydi. Sivil komiserin siyasi şubede olduğunu ve Sinoplu olduğunu biliyordu. Az çok yolun sonuna geldiğini anlamıştı. “Tanıyam komiserim milattan önce yaşamış, peştamalla gezip bir fıçının içinde yaşayan, gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp, insan arıyorum diyen Sinoplu bir Deli!..” Komiserin yüz hatları gerildi;” Ulan hem Diyojen gibi peştamalla geziyorsun, hem de hemşerime deli diyorsun, seni gökte ararken, hamamda bulduk, yürü karakola” Çarşı karakolu tarihinde ilk defa merdivenlerinden peştamallı bir adam yalınayak çıkıyordu. Komiser önce Müteferrikada (Nezarethane) arkadaşlar ifadeni alsın, sonra ben alırım. Gülerek kapıyı kilitledi. İçerde dört kişi daha vardı, onlarda Hançepekli kriminal tiplerdi. Sustalı bıçakla gezen, en ufak bir tartışmada o anki kızgınlık durumuna göre “İsteyene santim hesabı, isteyene kökleme” diye bıçağın hızını ayarlayan Pişo meheme felsefesinde yaşıyan, “Gavur mehlesinde olmadıkları zaman” Diyarbakır içkale cezaevinin sübyan koğuşunda yatılı! Kalan tiplerdi. Şeho’yu peştemalli görünce espri üretmekte gecikmediler. “Bu polisler çok iyi niyetli, her türlü ihtiyacımızı düşüniler, bahın üzerine rehet bi şeyler geymiş, allı pullu bir abla gönderdiler” diğeri ondan aşağı kalmadı. Peştemallı abla, dekke 1 gol 1 olsun, yohsa önce muhabbet mi edelim.” Şeho zaten başına gelenlerden dolayı bunalmış vaziyetteydi. Komiserin ona bir şey giydirmeden Nezarete atması sinirlerini bozmuştu. Nezarette bağırışı tüm binadan duyuldu. “Yeter ulan, hem çıplak bu tırroların yanına nezarete atisiz, Birkaç dergi sattık diye yaptıklarınıza bakın, insanlığınız bu kadar işte, Bundan sonra, bende Diyarbakırlı Diyojen’im, buradan çıkayım, Dagkapı’da elime gündüz vakti kandil alıp, insan arıyorum diye dolaşacağım.” Dört kriminal suçlu korktular bir köşeye çekildiler. Yüzünde ve bileğinde faça izi olan Remzi kısık bir sesle; “Bu siyasilere sataşmamak lazım. Birisiyle takışırsın birkaç ay sonra heç tanımadığın kişiler seni döger.” Başkomiser bağırış sesleriyle koşarak geldi, sonra polislere kızdı. “Bu halde tutuklu nezarete atılmaz, bir sandalyeye oturtsaydınız, başına birisini dikseydiniz.” Şeho başkomiserin odasına oturmuştu, üşüdüğünü anlayan merhametli bir polis sıcak bir ıhlamur çayı getirdi..O sırada Radyodaki haber durumu özetliyordu. “Burası 432 megahertz üzerinden bölgesel yayın yapan TRT Diyarbakır Radyosu. Bugün 6 Eylül 1975 Merkez üssü Diyarbakır'ın Lice ilçesinde 12:20'de deprem oldu. 23 saniye süren şiddetli depremde çok sayıda ölen ve yaralanan vatandaşımız var, Diyarbakır’dan çok sayıda ambulans ve Kızılay ekipleri gitti. Doktorlara acil durum çağrısı yaptı.”
Komiser iyi niyetliydi ; “Giysilerin hamamda mı” diye sordu. Birisini gönderip getirtelim. Şeho mahcup bir şekilde “He Başkomiserim, fitilli Kadife siyah bir pantolon üzerine haki renk bir parka asmıştım. Başkomiser masanın yanındaki zile bastı. Esas duruş gösteren Polise “Bu Diyarbakırlı Diyojen’in giysilerini hamamdan getirin.“ Şeho’nun imzalı, mühürlü hükmat tasdikli yeni lakabı her Diyarbakırlıda olduğu gibi çıkmaz bir leke olarak üzerine yapışacak, üniversite yıllarında da bile herkes öğrenecekti.
Görsel kaynağı : Nezihi Durmaz