Bir önceki "Polesler Çarşi karakoluna apardi." yazımda; ilk kitabımı yazmam için beni teşvik eden bir eğitimciyi tanıtmıştım. Nazım Öğretmen “Bir gün kitap yazarsan ilk bölümde benim Konya’dan Diyarbakır’a nasıl şutlandığımı (tayin demek istemişti) yazmanı istiyorum.” demişti. Bende kitabımın ilk sayfalarında yazmıştım. Okumayanlar için tekrar yazayım.
Konya otogarından hareket eden külüstür Magirus yolcu otobüsünün içinde hava almak çok zordu. 1968 yazında güneş tüm Konya ovasını kaplamış, Havalandırması olmayan eski Magirus otobüse daha acımasız davranıyordu. O yıllarda Ay’a gönderilen’ uzay aracından esinlenerek görselde olan otobüs modeline Türkiye’deki bütün otogarlarda “Havalı Apollo” lakabı takılmıştı. Otobüsün karoseri el değmeyecek kadar sıcaktı. Uzaya fırlatılan “Havalı Apollo” uzay aracının sıcaklığı belki daha masum kalırdı.
Görsel Konya otogarı 1968 senesi.
Güneşlik perdesini çekip otobüsün kalkmasını bekleyen iki yolcu oldukça sinirliydi. Alnından terler damlayan adamın karısı hiç durmadan konuşuyordu; ‘’Bir rahat duramadın, neyine gerek senin kütüphanede şiir okumak, Kim ne kitap istiyorsa ver. Git masanda otur. Her yerde muhalif olduğunu göstermek zorunda mısın ?’’
Genç memur cevap vermedi. O yıllarda her koltuğun arkasında olan sigara tablasında üst üste sigaralar söndürüyordu. Bir sıra öndeki kadın bağırdı; ‘’Otobüslerde sigara yasaklanmıyor ki, sizler de durmadan saçıma duman üflüyorsunuz’’ Genç memur Nazım; ‘’Özür dilerim hanımefendi, zorunlu bir tayine daha doğrusu sürgüne gidiyoruz, beni mazur görün’’ Memurun hanımı öndeki kadına dert yanmaya başladı; ‘’Biz Manisalıyız, eşimin kütüphane memuru olarak ilk tayin yeri burasıydı. Ama fakülte yıllarındaki gibi rahat durmadı, Kütüphane de şiir okuyunca, bavulumuzu elimize verdiler, Diyarbakırlılar sizi çok özlemiş, gidin biraz da orada şiir okuyun dediler.’’ Öndeki kadın; ‘’Ben müzik öğretmeniyim. Şiir okumak suç değil ki’’ Memurun hanımı; ‘’Evet suç değil, Ama ülkesinden kaçmış muhalif bir şairse, insana yar saçların lüle lüle, haydi sana güle güle derler’’ Öndeki kadın “merak ettim hangi şairmiş’’ diye sorunca kütüphane memuru bu soruya yüksek olan bariton sesiyle şiir okuyarak cevap verdi.
‘’Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada, konuşmamanın,
Görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor’’
Otobüsde okunan şiir için herkes alkışlarken O yılların muhafazakâr olan Tercüman gazetesi okuyan bir kişi kaşlarını çatmıştı. Müzik öğretmeni kahkaha attı; ‘’Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin destanı bu, sizde bunu kütüphanede okudunuz, yanlış anlamayın, kendi görüşüme göre değil, Hükümet’e göre siz bayağı kaşınmışsınız!’’ Memurun hanımı; ’’ Birde bunu kütüphane de sandalyenin üzerine çıkıp şevkle söylerseniz, soluğu böyle Diyarbakır da alırsınız. Kütüphane memuru Nazım eşine döndü; “Piraye gerçekleri konuşmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’’ Karısı sesini yükselti; ‘’Bakalım Diyarbakır’daki günlerimiz aydınlık mı olacak, karanlık mı? Ayrıca bana Piraye deme artık, nüfus da ne yazıyor, Pakize, hayranı olduğun Nazım Hikmet’in karısı ismi Piraye diye de, bana nazire yapma.
Memur ailenin bindiği otobüs sabaha karşı Diyarbakır Seyrantepe otogarına girdi. Memur Nazım elinde iki bavulla etrafına bakındı. Palabıyıklı, sekiz köşe kasketli simsar yanaştı; ‘’ Taksi lazım mı abe’’ Memur; ‘’Evet burada Ofis diye bir semt varmış, kaça gidersin’’ Henüz taksimetrelerin icat edilmediği bir zamanda otuz Lira fiyat oldukça yüksekti; ‘’Telefon edebilecekleri bir yer aramaya başladılar. Geldikleri otobüs firmasından görevli seslendi; ‘’Buyurun buradan telefon edebilirsiniz’’ Fakat eşyaları gelinceye kadar, bir süre misafir kalacakları öğretmen arkadaşının evdeki telefonu cevap vermiyordu. Harput turizm firması görevlisi olanları görmüştü, eliyle işaret ederek ; ‘’Bence de otuz Lira çok. Burada simsar ve taksiciler yüksek fiyat söyleyip, indirimde yapmazlar. Siz simsara çaktırmadan şu elektrik direğinin altına gidin, ben size yardımcı olayım’’ Memur Nazım ve hanımı zorlanarak olsa iki bavul birkaç parça un çuvalından dönme torbayı Seyrantepe Dörtyol’a taşıdılar.
Bir süre sonra görevli tarif ettiği yere geldi. Gelirken de sanki kaçak bir iş yapıyormuş gibi sık sık arkasına bakıp takip edilip, edilmediğini kontrol ediyordu. Sanki gizli bir örgüt buluşması gibi kendi aralarında kısık sesle konuşmaya başladılar.’’Bakın karşıda bir at arabası duruyor. Benim akrabamdır. 5 Liraya çok ucuz bir şekilde ofise götürür.’’ Genç kadın sinirlenmişti. Hayatta ben ona binmem, ne yani yük taşınan at arabasına mı bineceğim.’’ Daha önce mezruna cinsi şire üzümü taşınmış at arabasının tahta zemini oldukça kirli ve yapış yapıştı. Aradaki 25 Lira fark yüzünden uzun süren bir tartışmadan sonra kadın bavuldan çıkarılan bir elbiseyi arabaya üzerine yaydı üzerine oturdu. Sürücünün; ’’Dehh deeeh Berçem, de hade gula mın’’ (Kız ismi Berçem, haydi gülüm) bağırmalarıyla Ofis semtine geldiler. Otobüs de susmayan kadın, bu havadar ve doğal klimalı at arabasında susmamıştı. ’’Taş devrine hoş geldin Nazım. Yerlere iyi bak volkanik çakmak taşı bulursan iyi olur, onları birbirine sürterek ateş çıkaracağım. Sende git çalı çırpı topla, bulursan yabani ördek avla, daha akşam yemeği pişireceğim.’’ Pakize hanımın saçları da yoğun rüzgârdan bolca havalanmış, elektrik çarpmış gibiydi. Kütüphaneci Nazım hiçbir şeyi dert etmeyen, halktan biriydi; ’’ Bak kuaför masrafından da kurtulduk, saçların bayağı havalı olmuş’’
Kütüphane memuru Manisalı Nazım Diyarbakır’a geleli bir ay olmuştu. Dağkapı meydanında Tahtalardaki çivilere tutturulmuş ‘’Seyyithan’’ filmine gözü takıldı. Elinde mavzerle sert bakışlarla bakan Yılmaz Güney’e gözü takılmıştı. Gişeden Bir bilet alıp, kapıda herkesin ‘’Demirbaş abe ‘’ çağırdığı görevliye uzattı. Toplumsal gerçekçilik akımının müthiş bir örneği olan film yöredeki köyleri ve insanlarını, yaşam Şartlarını, sözün ve namusun insan ilişkilerindeki yeri, ağalık düzenindeki acımasızlığı, kadının toplumdaki yerini acı bir örneklerle anlatan unutamayacağı bir filmdi. Nazım, Binali Selman, Ali Ekber Çiçek ve Can Etili’nin sesinden türkülerde dinlemişti. Sinemadan çıkınca bir sahneyi yıllarca unutamayacaktı. Seyyid han’ın sevdiği Keje yani Nebahat Çehre’nin vücudunun toprağa gömülüp, başının üzerine bir sepet konulmuştu. Seyyithan, Ağa’ya soruyordu.
- Keje nerede?
- Emin bir yerdedir.
- Dalda bir kuş var, Seyyit Han, görür müsün?
- Görürüm.
- O kuşu iki gözünün arasından vurursan.
- O küçük bir serçedir. Bense bir Seyyit Han’ım.
- Sen çok adamın canına kıymışsın. Bir serçeye mi acırsın?
- Bir adam ki benim canıma kastı vardır, bir adam ki benim ekmeğimde gözü vardır, bir adam ki benim namusuma bakar, ben kıyarım onun canına. O ise küçük bir serçedir, kendine kuru bir dal arar.
- Serçeyi gözünden vururum Seyyit Han.(serçeyi vurur) İğne deliğinden kurşun geçiririm. Çaresiz yarışacağız.
- Ne istersin?
- Orada bir sepet var Seyyit Han, görür müsün?
- Görürüm.
- Üstünde bir çiçek durur. Onu da görür müsün?
- Görürüm.
- Ortadaki sarısından vurur musun? Vurursan Keje senindir. Vuramazsan benimdir. Ne oldu, Seyyit Han? Gözün kesmez mi yoksa? Seyyid han aslında çiçegi değil, kalbindeki gülü, sevdiğini öldürmüştür.
Görseller: Özkaymak Turizm ve Serkan Aras ve Magazin Ulaşım dergisi.